Bu yazıyı kurban bayramından birkaç gün önce yazmaya başladım. Ancak; yazacağım yazı üç defa kazaya uğradı. İlkinde kaydetmediğim için silindi. İkincisinde, bilgisayar diskete kaydetmediği için Ve üçüncüsünde de evde yazımı tam bitirmişken, kaydedeceğim anda elektrikler kesildi.

Tahmin edersiniz ki ilk duyguları yakalamak pek mümkün olmuyor. Fakat o duygular gerçek olduğu için az da olsa bir çağrışımı oluyor. Çokta duygusal yazmıştım. Tam da bayram arifesine denk geldiği için iyi ki de yazmamışım. Eminim ki birçoğunuzun bayramı birazda olsa buruk geçecekti. Ben de " vardır bunda bir keramet " deyip yazıma birkaç gün ara verdim. O günkü duygularımı şimdi sizlerle paylaşmak istiyorum.

Hiçbir dinde olmayan, iki önemli bayram vardır dinimizde, İslam Dininde. Sosyal ve manevi önemi çok büyük olan iki bayram. Amacı et yemek ya da aç kalmak olmayan iki bayram! Yüce Allahın biz Müslümanlara bahşettiği Kurban ve Ramazan Bayramları… " Komşusu aç iken, tok yatan benden değildir." Diyen düşüncenin bayramlarıdır bu bayramlar.

Hepimizin evinde az veya çok bir çorbası kaynıyor. Bir bardak tatlı çayı, bir parça peyniri vardır mütevazı sofrasında. Şimdi size sormak istiyorum. Bana cevap vermek zorunda da değilsiniz. Sadece vicdanınıza cevap veriniz yeter. Akşam evinize, çoluk çocuğunuzun içine gidip, ocakta kaynayan çorbanın mutluluğuyla, güler bir yüzle, sofraya oturup, o sıcacık çorbanızı höpürdeterek içtiğinizde; "Allahım, bu çorbayı bulamayanlarda vardır" diye düşünenleriniz varımıdır? Hiç aklınızdan geçiyor mu? Belki vardır. Fakat çoğumuzun aklından geçmiyor. Biraz samimi olalım. Ben inanıyorum ki o bir kaşık çorbayı bulamayanlar aklımızdan geçerse, yudumladığımız çorbanın, midemize mi yoksa etimizle derimiz arasına mı gittiğinin farkında bile olamayız. Yüreğimiz sıkılır, o bir kaşık çorba boğazımıza tıkanır kalır.

İşte; İslam Dininin, bu iki önemli bayramının kutsallığı, güzelliği de burada ortaya çıkıyor.

Ne o, Ekrem Hoca, şimdi de din dersi mi vermeye başladınız? Diyenlerinizi duyar gibi oluyorum. Hâşâ, ne haddime, benimki sadece insancıl bir sorumluluk. Ha, bu duygulara nereden kapıldım asıl onu anlatayım sizlere, o zaman bana hak vereceksiniz.

Yaklaşık bir ay kadar önce, Atatürk Lisesinden Mahmut Nedim Kuyumcu İlköğretim Okulu müdürlüğüne atandım. Uzun zamandan beridir ilköğretimlerde çalışmadığım için, bir teneffüs arasında, odamın penceresinden, dışarıda oynayan çocukları seyrediyorum. Bütün heybetiyle Ağrı Dağı tam karşımda duruyor, bembeyaz bir gelinlik içinde. Koşuşan, oynayan çocuklar, Ağrının eteklerinde oynuyormuş gibi geliyor bana. Ağrı Dağının kışından, kıyametinden barınamayan kuşlar, kelebekler, güvercinler bir anda okulun bahçesine sığınmışlardı sanki. Yuvalarında, evlerinde bulamadıkları sıcaklığı okulda bulmuşlardı. Hepsi şen, şakraktı, koşup oynuyorlardı. Ne var ki onların bu mutluluğu eve dönüş zilinin çalmasına kadar sürüyordu. Çok, ama çok büyük bir çoğunluğunun evinde ne sıcak bir çorbası ne de yanacak bir sobası yoktu. Bu karda, kışta terlikle gelen, yırtık pantolonla gelen, üstsüz başsız, montsuz okula gelen o kadar çok çocuk vardı ki anlatamam. Kimi terlikle gelmiş okula, kimi de kendi ayağından daha büyük bir ayakkabıyla…

Bir sabah, her defasında, sabahın soğuğunda okula erken gelen ve birinci sınıfa giden dünyalar tatlısı bir kıza, "Neden böyle erken geliyorsun yavrum" Diye sorduğumda; "Annem sadece yatağa girdiğimizde sobamızı yakıyor, sabahları yatakta üşüdüğümden ısınmak için okula erken geliyorum öğretmenim" dediğinde dünyalar başıma yıkılmıştı, yüreğim yerinden fırlamıştı sanki. O gece dışarıda kalıp tir tir titreşen minik kuşu, bağrıma nasıl basıp, ne kadar öylece beklediğimin ben de farkında değildim. O ne acı bir manzaraydı Allahım. Günlerce uyuyamamıştım. Peki, baban yakacak almıyor mu size, dediğimde ise "Benim babam yok ki" cevabı beni daha da sarsmıştı. Bu duygular içinde dışarıyı izlerken gözüme iki kız çocuğu ilişti. Bir küçük paket cips almış yiyorlar. Birisi üç dört tane yerken, yanındakine de bir tane veriyordu. Hemen yanlarında iki çocuk ta onlara özlemle bakıyordu. Bir süre sonra o çocuklardan biri cips paketini kaçırmaya çalışınca, paket yırtıldı ve cipslerin geri kalanları da yere dökülünce, bir anda onlarca çocuk, tavukların önüne serpilen yem misali o cipsleri bir bir alıp ağızlarına attılar. Bir şey diyemedi garibim kız, biraz ağladı, sonra arkadaşıyla oradan uzaklaştı. Kim bilir bir daha ne zaman 10 ykrş bulup ta bir cips alacaktı. Biraz ötede büyükçe bir çöp bidonu var okulun. Birkaç çocuk ta o çöp bidonunun içinden ya yiyecek bir şey, ya da kırık bir kalem veya bir silgi arıyordu. Onlar birbirini iterek oradan uzaklaşınca bu sefer de serçe kuşlar alıyordu onların yerini. Ve bu manzara her gün böyle devam ediyordu.

Yokluğun, yoksulluğun, çaresizliğin hüküm sürdüğü bu bölgede, her evde 10-15 nüfus var. Sıcak bir çorbaya muhtaç kırık bir kaleme, yırtık bir deftere muhtaç yüzlerce, beklide binlerce çocuk. Kimi terörden, kimi, ağalıktan kimi de çaresizlikten bıkıp gelerek Iğdır'ın varoşlarına sığınan, işsiz güçsüz ve de çaresiz babalar… Gelin, her an kullanılmaya müsait olan bu çocuklara, el ele vererek sahip çıkalım. Bizler sahip çıkmazsak, sizler sahip çıkmazsanız, ellerini ovuşturarak bekleyen, fırsat kollayan, çapulcular, hırsızlar, eroinmanlar, katiller, kapkaççılar sahip çıkacaklardır.

Bir sigara ya da bir çay parası kadar mutluluğa ihtiyaçları var bu çocukların. Bu çocuklar biziz, sizsiniz, geleceğimizdir ve de ülkemizin gerçekleridir. Ne olur çocuklarınızı bir an için bu çocukların yerine, kendinizi de onların babalarının yerine koyarak şöyle bir düşünün, düşünün ki yaşamın, yaşamanın zorluklarını birlikte tadalım. Bir günlüğüne sigara ya da çay içmeyin. Bir tek sigara veya bir bardak çay parasıyla sizde mutluluğu yakalayın biz de onlarla bu mutluluğu birlikte paylaşalım.

Otuz yıla yaklaşan bir öğretmenlik mesleğinin çok ama çok acı yönleridir bu yalvarışlar. Her akşam sofrada, dökülen gözyaşlarının haykırışlarıdır.

Herkese, her kesime, eli kalem tutan eski yeni öğrencilerime yurt içinde veya yurt dışındaki tüm hemşerilerime sesleniyorum. Ne olur, gelin bu pırıl pırıl, tertemiz duygular taşıyan çocukların kirletilmesine müsaade etmeyelim. Yırtık bir ayakkabıya, kırık bir kaleme, eski bir parkaya, buruşuk bir deftere, hepsinden önemlisi yüz liralık bir cipse muhtaç olan bu çocukları, gelecekte başkalarının kötü emellerine alet etmelerine geçit vermeyelim. Yoksa her akşam sofrada, tüm insanlık adına akıttığım gözyaşlarımın bir tek damlasını ve de otuz yıla yaklaşan öğretmenlik hakkımı sizlere helal etmem. Bazılarınız, devlet yardım etmiyor mu diyebilir. Elbette ediyor. Ancak yeterli değildir.

NOT: Yeşil Iğdır Gazetesi de bu konuda bir kampanyayla yardımcı olursa sevinirim. Okulun adına Vakıf bankta bir hesap ta açılmıştır. Herkese çok teşekkür ederim.

Henüz yorum yapılmadı!

Bu içerik için yorum yapılmadı. Yorum yapmak için aşağıdaki formu kullanınız.

Yorum Yaz!

E-Posta adresiniz yayınlanmayacaktır.
* İşareti olan alanlar gereklidir.