MALAZGİRT ZAFERİ: 26 AĞUSTOS 1071

Tarih : 2019-08-27 / Kategori : Kültür & Sanat

MALAZGİRT ZAFERİ: 26 AĞUSTOS 1071

Öğretim Görevlisi Sözer AKYILDIRIM
IĞDIR ÜNİVERSİTESİ
       Malazgirt Zaferi‘nin ölçüsüz değeri onun Türk milletine yepyeni bir vatan, yepyeni bir istikbâl hazırlamış olmasındadır. Malazgirt Savaşı‘nın hediye ettiği bu vatan 948 yıl sonra dahi ebedi Türk Yurdu vasfını muhafaza etmekte ve Anadolu‘da teşekkül eden yeni Türk cemiyetinin Osmanlı Devleti gibi cihan imparatorluklarından birini yaratmasında amil olmuş bulunmaktadır. Anadolu, Türk tarihinde hiçbir zaman fetih sahası sayılmamış, doğrudan doğruya anavatan addolunmuştur. 
 

       Malazgirt Meydan Muharebesi, aynı zamanda Türk milletinin bir medeniyetten diğerine intikalinde başlıca amil olmuş, daha doğru bir ifadeyle , 1071 zaferi Türklerin milli benliklerini muhafaza etmek şartıyla, medeniyet değiştirmesinde bir dönüm noktası teşkil etmiştir. Malazgirt Savaşı ile Türkler bozkır medeniyetinden, Akdeniz medeniyetine geçmişlerdir.
       Malazgirt Savaşı, milletimize Anadolu adlı kutlu bir vatan kazandırmıştır. Bu büyük galibiyeti hemen takip eden yıllarda Anadolu‘ya gelen Türk boyları, gelecek nesillere mesut yuva, kutlu bir vatan hazırlamak heyecanı ile her karış toprağı kanla yoğurarak fethedip yerleşiyorlardı. Anadolu Türk tarihinde hiçbir zaman fütuhat sahası sayılmamış, doğrudan doğruya, anavatan olarak kabul edilmiştir. Bize tarihimizde hiçbir meydan savaşının sağlayamadığı bir ölçüde mübarek vatanı Anadolu‘yu Malazgirt Zaferi sağlamıştır.(Yrd.Doç.Dr.Erol Kürkçüoğlu.Türkler Ansiklopedisi 4.cilt.s.1156)
         Alp Arslan , Azerbaycan ve Erran‘a yürüyerek Bizans‘a bağlı Ermeni, Gürcü, Abhaz krallarını mağlup etti ve Tiflis, Anı, Kars gibi mühim merkezleri ele geçirdi ki, bu suretle Orta ve Kuzey Anadolu‘ya akınlar yapılması hayli kolaylaşmış  oluyordu. Sultan‘dan emir alan Türkmenlerin fetih politikaları gayet iyi düzenlenmiş, gidecekleri şehirler, kasabalar, uğrak mahalleri inceden inceye tespit edilmişti. Sultan Tuğrul Bey‘in Alp Arslan‘ın ve daha sonra Sultan Melikşah‘ın dikkat ve ısrarla gerçekleştirdikleri akınların, düşmanın önemli askeri merkezlerine, kalabalık Bizans kuvvetlerinin bulunduğu kaleler civarında yoğunlaştığı bilinmektedir. Türkmen orduları eski Türk harp usulüne uygun tarzda, düşman topraklarını tahrip etmek, mukavemet noktalarını ortadan kaldırmak gibi fethi kolaylaştırıcı vazifelerini yapıyorlardı. Küçük çapta, fakat fasılasız olarak yıllarca süren bu hazırlık devresinin tek gayesi Anadolu‘yu, Bizans‘tan koparmak ve onu Türk yurdu haline getirmekti.
          Malazgirt Savaşı öncesi Bizans‘ın siyasi, iktisadi ve askeri durumu iyi değildi. imparatorluğun başında bulunan imparatoriçe Eudoxia, devleti yönetmek kudretinden mahrumdu. Bizans sarayında şahsi menfaat esasına göre teşekkül eden grupların, yersiz müdahaleleri yüzünden memleket sarsılmış, ihmâle uğramıştı. Bizans‘ın diğer eyaletlerinde olduğu gibi, Anadolu‘da da askeri birliklerin kendi ülkelerini yağmaladıkları, halkı soydukları görülüyordu. 
Türk tazyikinin artması imparatoriçe‘yi, idarenin başına bir erkeği getirmeye zorladı. Eudoxia 1 Ocak 1068‘de General Romanos Diogenes‘le evlenmiş ve O‘nu Bizans imparatoru olarak ilan etmiştir. General Romanos Diogenes cesareti, atılganlığı, askeri kabiliyeti ile ün salmış bir kumandandı. Fakat o dönemin Bizans tarihçilerinin belirttiklerine göre, bütün Bizans‘ın tek ümidi olan ve memleketini Türklerden kurtarmayı birinci vazife sayan imparator, mağrur, nefsine güveni haddinden fazla ve dalkavuklardan hoşlanan bir karaktere sahipti. Romanos Diogenes tahta çıkışından hemen iki ay sonra, 1068 Martı ayında yola koyuldu. 
Uzun zamandan beri ilk defa Bizans ordusunun başında bir imparator bulunuyordu. Diogenes, Kayseri-Sivas, Divriği-Toroslar-Haleb yolunu takiben güneye indi, kuvvetli Menbiç kalesini zabtetti, kış aylarında bir fâtih edasile döndüğü başkentinde coşkun merasimle karşılandı. Fakat bu uzun seferinde O, ne Niksar‘ın Türkler tarafından tahrib edilmesini, ne de Ahlat üssünden hareket eden Türklerin Eskişehir yakınındaki mehur Amorium şehrine kadar sokularak burayı yağmalamalarını önleyememişti. Bizans imparatoru 1069‘da ikinci neticesiz seferini yaptı. Diogenes güya Türkleri tardetmek için Anadolu‘da dolaşırken, seri Türkmen süvarileri Kayseri‘deki düşman garnizonunu hırpalıyorlar, Malatya‘da Ermeni menşeli Bizans Generali Filaretos‘u mağlup ederek firara zorluyorlar, Anadolu‘nun en büyük şehri Konya‘yı sıkıştırıyorlar, diğer taraftan, Denizli yanındaki Honaz‘ı tahripten sonra, Ege sahilleri boyunca Marmara Denizi‘ne kadar akınlar yapıyorlardı
         Dikkat edilecek nokta, bütün bu hâdiselerde, teşebbüsün daima Türklerin elinde bulunması idi. Diogenes programını tamamen tatbik edemiyor, beklenmedik yerde görünen akıncılar dolayısıyla, sık sık istikâmet değiştirmeğe mecbur kalıyordu. Anadolu‘nun   yıpratılmak siyasetini büyük bir sabırla takip eden Sultan Alp Arslan, her gün biraz daha hedefine yaklaşmakta idi. şüphesiz  hadiselerin zoru ile Romanos Diogenes Türk meselesini kökünden halle karar verdi ve çok kalabalık bir ordu başında Türkleri Anadolu‘dan çıkarmak ve arkasından Büyük Selçuklu imparatorluğu‘nu yıkmak azmi ile yola koyuldu (13 Mart 1071).
Sultan Alp Arslan o sırada Suriye seferinde idi. Azerbaycan‘dan inerek, Bizans‘ın müstahkem kalesi Malazgirt‘i zaptetmiş Diyar-ı Bekr havalisini tâbiiyetine almış ve Haleb‘e ulaşmıştı ki, ilk Bizans elçisi ile burada görüşme imkânı buldu. Elçinin ifadesine göre, Anadolu‘da yürüyüş halinde olan imparator Diogenes Malazgirt ile Ahlat‘a karşılık Menbic‘i Türklere bırakmayı vâdediyordu. Halbuki Türk fetih yolları üzerinde bulunan Malazgirt ve Ahlat kaleleri Anadolu fütuhatı bakımından fevkalâde mühim mevkilerdi. Sultan müspet cevap vermedi. Çünkü o tarihlerde Batı Anadolu‘dan dönen Türkmen Kumandanı Afşin‘den aldığı, Bizans topraklarının hiçbir yerinde ciddî bir bir mukavemet unsurunun mevcut olmadığı şeklindeki rapor; Sultanı  Anadolu‘nun fethini kendisine milli bir görev kabul etmişti. Haleb‘ten Şam‘a yürüdüğü sırada imparator idaresindeki Bizans ordusunun, Doğu Anadolu‘ya ilerlediğini haber alır almaz derhâl geri döndü (7 Nisan 1071). Çünkü o zamana kadar, Bizans ile karşılaşmak ihtiyacını duymayan ve daha ziyade Anadolu‘nun fütuhat bakımından olgunlaşmasını bekleyen Alp Arslan, artık gayeye varıldığına ve Bizans‘ın çıkarabileceği son ve en kalabalık kuvvetle hesaplaşmak zamanının geldiğine kanaat getirmişti.
İmparator Diogenes, uzun hazırlıklardan sonra, 100 bini aşan bir ordu ile ilerliyordu. Ordunun ağırlığını 3 bin araba taşıyor, bunları türlü muhasara aletleri takip ediyordu. Bunlar arasında, İslâm tarihi kaynaklarında etraflıca tasvir edildiği üzere, bir de 1200 kişi tarafından kullanılabilen muazzam mancınık bulunuyordu ki, bütün alâmetler imparator‘un katî netice almak maksadını güttüğünü göstermekte idi. 
İmparator Sivas‘a gelince bir harp meclisi topladı. Onun gururunu okşamakta fayda umanlar, Selçuklu Devleti‘nin merkezine yürümeyi teklif ediyorlar, fakat Nikeforos Briennios ve Tarhaniotes gibi tecrübeli kumandanlar, memleketten uzaklaşmanın tehlikeli olacağını nihayet Erzurum‘a kadar gidilebileceğini, Sultan‘ı oraya çekmenin ve gerektiğinde bölgeyi tahrip ederek Türk ordusunu zor duruma düşürmenin uygun olacağını söylüyorlardı. Diogenes bu tavsiyeleri dinlemedi ve Türk topraklarına dalmak niyeti ile Erzurum‘a geldi.
Buradan bir kısım kuvvetini, geçeceği yolların güvenliğini sağlamak için, Ahlat üzerine sevk etti. Kendisi de ordusunun büyük çoğunluğu ile Malazgirt‘e yürüdü. 
Sultan Alp Arslan da Haleb‘den ayrılarak Musul istikâmetine doğru yönelmiş, Bitlis hizasında kuzeye dönmüş ve Bizans kuvvetlerinin Malazgirt‘i tehdit ettiğini öğrenince hızlanmıştı. Cebrî yürüyüş esnasında at ve develerinden çoğu öldü, ağırlıktan bir kısmı harap oldu. Fazla kuvvet taşımanın zorluğuna ilâveten iaşe güçlüğünü dikkate alan Sultan, yaşlı ve yorgun erleri terhis ederek, az sayıda, fakat genç ve dinç bir ordusu ile Ahlat‘a ulaştı ve Bizans ordusunun durumunu öğrenmek maksadı ile bir süvari birliğini ileriye sevk etti.
            Böylece 24 Ağustos 1071 Çarşamba günü bu Türk süvarileri ile evvelce Ahlat‘a yollandığını gördüğümüz Bizans kuvvetleri arasında ilk çarpışma meydana geldi. Türk öncüleri Bizanslıları mağlup ve kumandanları Bazilakes‘i esir ettiler. Başta imparator Diogenes olmak üzere bütün Bizans kumandanları, Ahlat‘ta gördükleri Türkleri, buradaki Türk garnizonuna bağlı müfrezeler sanıyorlar ve ‘’Muharebe sürat işidir‖’’ düsturunu ilke edinen Sultan Alp Arslan‘ın şaşırtıcı bir süratle, ta Haleb‘den Malazgirt‘e yetişebileceğini düşünemiyorlardı.
            Malazgirt kalesindeki az sayıdaki Türk muhafız kuvvetinin aman vermesine rağmen, kılıçtan geçirten Romanos Diogenes durumu yakından görmek üzere, Ahlat‘a doğru ve Malazgirt‘ten 10-12 kilometre mesafedeki Zahva vadisine geldiği zaman, buraya hâkim tepelerin Türk ordusu tarafından tutulduğunu gördü ve olduğu yerde karargâhını kurdu. 26 Ağustos 1071 Cuma sabahı her iki taraf birer fersah ara ile mevzi almış bulunuyorlardı. 
         iki ordu arasında sayıca üstünlük çok fazla idi. Kapadokya, Frikya, Mezopotamya kuvvetleri ile Trakya askerlerinden başka Ermenilerden, Gürcülerden ve ücretli Frank, Norman, Slâv, Uz ve Peçeneklerden mürekkep Bizans ordusu, büyük çoğunluğu piyade olarak, 100 binden aşağı değildi. Kalabalık Bizans ordusuna karşılık, 4 bin hassa askeri ile birlikte yekûnu 35-40 bin tahmin edilen Türk ordusu, Süleyman-Şah, Mansur, Porsuk, Gevherâyin, Bozan ve Sav-tegin gibi seçkin kumandanların idaresinde, zorluklara alışkın, bozkır muharebe usulünce yetişmiş ok atmakta mahir ve her birinin ayrıca birer yedek atı bulunan, seri manevra kabiliyetli süvarilerden oluşan bir ordu idi. Her türlü zorluklar altında hareket etmesini bilen Türk birliklerinin müşterek gaza fikri ve Anadolu‘yu fethetme gayesi, sarsılmaz bir kitle halinde tutuyordu.
         Anadolu‘ya yöneltilen yıldırma akınları devamınca daima üstünlüğü ellerinde tutmuş olan Türkler, son hesaplaşma saatlerinde de duruma tamamı ile hâkim idiler. Alp Arslan büyük muharebeyi mübarek Cuma gününe tesadüf ettirmiş ve Abbasî halifesi vasıtası ile bütün islâm dünyasını seferber hale getirmişti. Türk milletinin geleceğini tâyin edecek savaşın başlamasından önce bütün camilerde okunmak üzere hazırlanan zafer duasının metni her tarafa gönderilmişti. Alp Arslan, kesin darbeden önce anlaşma teşebbüsünde bulundu.

          Fakat Kadı İbnü‘l-Mehleban ile kumandan Sav-tegin reisliğinde gönderdiği heyeti iyi karşılamayan imparator, Sultan‘ın barış teklifini, O‘nun savaştan çekindiği şeklinde düşünerek, müzakereye ancak Türk devletinin merkezi Rey‘de başlanabileceğini söylemiş, hattâ Selçukluların başlıca şehirlerinden İsfahan‘da kışlamak niyetinde olduğunu mağrurane bir şekilde açıklamıştı. Halbuki Sultan‘ın, bir İslâm mücahidi sıfatı ile, önceden sulh teklifinde bulunması tabiî idi. 

           Savaşı Cuma vaktine kadar erteleyen Sultan, ordusu ile birlikte kıldığı namazı müteakip, beyazlar giyindi, kokular süründü; savaş meydanında, millet ve vatan yolunda Şehit olmaya hazırlanıyordu. Sonra, bir hükümdar olarak değil, bir er gibi savaşacağını belirtmek üzere, hayatı kadar sevdiği, atının kuyruğunu kendi eli ile bağladı. Din ve devlet uğruna canını feda da asla tereddüt etmeyeceğini göstermek için de elinden yayını atarak, göğüs göğüse muharebe silahı olan, kılıç ve topuzunu eline aldı; son defa alev saçan, azm ve irade timsali gözlerini ordusuna çevirdi ve Bizans saflarından da işitilebilen gür ve hâkim sesi ile bir hitabede bulundu.
            Tarihimizin ender simalarından biri olan Büyük Alp Arslan, karşısında bir çelik duvar heybeti ile duran tunç yüzlü erlerine, vatan ve millet uğrunda şehit olmak alın yazısı ise, bunu Ulu Allahın bir lütfu sayacağını; şehit olduğu takdirde, bir adım dahi gerilemeğe tahammülü olmadığı için, vurulduğu yere gömülmesini ve bu millet muharebesinde çarpışmak istemeyenler varsa, onların serbestçe çekilip gidebileceklerini bildiriyordu.

  Bu esnada Bizans ordugâhında da dini merasimler yapılıyor, düşman çadırlarından ilâhiler yükseliyor, renkli bayraklar ve büyük haçlar taşıyan asilzadelerin ve papazların düşman safları arasında dolaştıkları, askeri cesaretlendirdikleri görülüyordu.

Öğleden az sonra iki taraf da savaş düzeni almıştı: İmparator Diogenes merkezde kalmış, sol kanadına Anadolu birliklerinin başında Kapadokyalı Aleates‘i, sağ kanadına Nikeforos Briennios emrindeki Trakya kıtalarını yerleştirmiş, imparatorluk ailesine mensup Andronikos‘u geride yedek kuvvetlerin başında bırakmıştı. Alp Arslan ise, ordusunu dört kısma ayırdı. Bunlardan daha kalabalık ikisini muharebe sahasının yanlarındaki tepelerde pusuya yatırdı. Düşmanın gerilerini tutmakla vazifelendirdiği üçüncü kısmı da müsait mahallere mevzilendirdi ve kendisi de merkezde Diogenes‘in tam karşısında yer almıştır. 

       İlk olarak Türk merkez kuvvetleri, okçuların himayesinde, hücuma geçtiler. Bu az sayıda kuvveti bir anda ezmek arzusuna kapılan Diogenes, bütün ordusu ile karşı taarruza kalktı ve yavaş yavaş gerilemeğe başlayan Türkleri takip etti. Bu çekilme, mağlubiyet veya bozgun değil, Sultan tarafından ustalıkla tatbik edilen geriye çekilme yani sahte ric‘attı. Böylece ordugâhından ve ihtiyat kuvvetlerinden hayli uzaklaşan imparator, akşama doğru, Türk ordusunda pusu kurma görevi üstlenmiş birliklerin bulunduğu bölgeye gelip dayanmıştı. Türk ordusuna umumî taarruz emri verildiği zaman müthiş hatasını anlayan İmparator Diogenes, geri çekilmeye çalıştı ise de, Bizans ordusu cepheden, yanlardan ve sür‘atli Türk süvarilerinin marifeti ile arkadan sarılmış ve dar bir çember içine sıkıştırılmıştı. Akşam karanlığı bastırdığı sıralarda düşman tamamen imha edilmiş ve yaralı olarak İmparator, bütün kurmay heyeti ile birlikte esir alınmıştı.

         Bizans ordusunun mağlup edilmesi sebepleri arasında; devrin Bizanslı tarihçileri tarafından, Peçeneklerin Sultan‘a iltihakları, yedek kuvvetler kumandanı Andronikos‘un tehlikeyi sezerek uzaklaşması, vs. zikredilmiştir. Yalnız Bizans sarayının meşhur filozof tarihçisi Psellos mağlubiyeti Diogenes‘in gösterdiği kabiliyetsizliğe bağlamıştır. Lâkin Türk zaferinin asıl sebebini dâhi kumandan Alp Arslan‘ın dikkatli bir sevk ve idare ile tatbik ettiği sahte ric‘at, pusu ve uzak muharebe esasına dayanan, Bizanslıların tamamen yabancı oldukları, bozkır muharebe usulünde ve Türk ordusunun yüksek manevi duygularının ve savaşı kazanma arzularında aramak lâzımdır. 

          Sultan Alp Arslan esir Diogenes ile uzun uzun konuştu. Tarihlerde ittifakla belirtildiğine göre Sultan, İmparator‘un barış teklifini reddetmesini tenkit etmiş, askerî hatalarını saymış ve nihayet ona nasıl bir muamele beklediğini sormuştur.’’ Diogenes ya öldürüleceğini, veya zincire vurularak İslâm memleketlerinde tehşhir edileceğini yahut, pek zayıf bir ihtimalle, affedileceğini ve ülkesine bir nâib olarak gönderileceğini söylemiştir.’’

          Büyük Türk kumandanı onu, teselli etmiş, dost saydığını belirtmiş ve yanına oturtmuştur. Bu vâkıayı hayretle kaydeden Bizanslı tarihçilerden Psellos, N. Briennios, Y. Zonaras; Ermeni tarihçi Vardan, Süryani tarihçi Mihael ve diğerleri itidalin, merhametin ve insanlık duygularının emsalsiz bir örneğini veren Büyük Alp Arslan‘ın bu ruhî asalet ve soyluluk karşısında şaşkınlıklarını gizleyememişlerdir. Alp Arslan kendisi ile bir ittifak anlaşması yaptığı Diogenes‘i hususî çadırda bir hükümdar gibi misafir ettikten sonra onu, emrindeki kumandanlar ve diğer esir asilzadelerle birlikte, Türk süvari müfrezesinin himayesinde 3 Eylül 1071 günü memleketine iade etmiştir. 

          Metni elde bulunmayan anlaşmanın çeşitli kaynaklarda tesadüf ettiğimiz bazı maddelerine göre, İmparator bir buçuk milyon altın verecek, her yıl 360 bin altın vergi ödeyecek, Bizans imparatorluğu içindeki bütün Müslüman esirleri serbest bırakacak ve gerektiğinde Sultan‘a askerî kuvvet gönderecekti. Arazi meselesi ile ilgili olarak yalnız Urfa, Menbiç ve Antakya‘nın çevreleri ile birlikte Türklere bırakılacağına dair kaynaklar varsa da, Alp Arslan‘ın bunlarla yetinmeyeceğini düşünmek daha doğrudur. Nitekim savaş sonrası oluşan hadiseler, bütün Anadolu‘nun bu anlaşmada bahis konusu edildiğini ortaya koyacak mahiyettedir. 

          Malazgirt Zaferi ile Bizans‘ın mukavemeti kırılıp artık Türkler karşısında bir ordu kalmayınca, Anadolu‘da sür‘atle bir yayılma ve yerleşme devri başlar. Gerçekten tarihinde bir çok kavim ve medeniyetlere sahne olan Anadolu‘nun etnik siması, 1071‘den sonra sür‘atli bir değişikliğe uğradı. Kimliklerin oluşmasında temel faktör insan olduğu için Anadolu‘daki Türk kimliği de tarihi devirlerde, çeşitli sebeplerle Anadolu‘ya gelen Türklerin maddi ve manevi kültürlerinin sonucu teşekkül etmiştir. Daha XI. yüzyılda Anadolu coğrafyasına ismini veren Türk milleti için hemen hiçbir dönemde Anadolu‘da kimlik meselesi söz konusu olmamıştır.

           1071 Malazgirt Savaşı‘ndan sonra Anadolu‘ya giren Türkmen orduları artık buralarda yerleşmek amacıyla gelmişlerdir. Esasen beş-altı yüzyıldır Bizans ile Sasaniler arasındaki savaşlara sahne olan Anadolu, nüfus bakımından da fevkalede azalmış olduğundan dolayı fetih yapmak heyecanı ile Anadolu‘ya gelen Türk boylarına karşı ciddi ve kalıcı bir direnç gösterememişlerdir. 

          Bir Bizans müellifi ―Türkler Anadolu‘ya eskisi gibi yağmacı olarak değil, işgal ettikleri yerlerin hakiki sahibi sıfatı ile giriyorlardı ifadesiyle bu yeni durumu ve eski gazalardan farkını daha doğru bir şekilde belirtir. Anadolu‘nun Rum ve Rumlaşmış halkları Türklerin önünden kaçıyordu. Çağdaş bir yazara göre, ―Bizans imparatoru Mihael‘i korku aldı. Korkak ve kadınlaşmış müşavirlerinin sözlerine kapılarak sarayından ayrılıp Türklere karşı sefere çıkmadı. Böylece ahalisiz kalan bu bölgelerde, Türklerin yerleşmesine hizmet etti. Bu kayıt Anadolu‘nun Türkleşmesi bakımından çok mühimdir.
1071‘den sonra Türklerin Anadolu‘daki bu sür‘atli yayılışlarına dikkati çeken Ermeni Mateos: Müslüman Türkler, bütün şarkın sahipsiz kaldığını görünce kuvvetli ordularla beraber bir sene içinde İstanbul‘un kapılarına kadar ilerlediler. Bütün Roma eyaletlerini, liman Şehirlerini ve adalarını zaptettiler. Grek milletini mahpus gibi İstanbul‘un içine tıkadılar diyor.
        Bizans‘taki iç karışıklıklar ve isyanlar gerçekten de birkaç yıl içinde bütün Anadolu‘nun fethine imkân verdi. Artık sahiller dahil girilmedik yer kalmamıştı. Üstelik Anadolu‘daki Türk varlığından, Rumlar eskisi kadar rahatsız olmuyorlardı. Hatta imparatorlar ve asi generaller Selçukluları çoğu zaman yardımlarına müracaat edebilecek kimseler olarak görüyorlardı. Bu durum, Türkmenlerin bu yeni yurt köşelerine dağılarak yerleşmelerine zemin hazırladı. Böylece bir anda Anadolu‘nun etnik simasında büyük değişiklikler meydana gelmiştir. 
          Aynı dinde olan Bizans Rumları, tebası olan milletlere her türlü mezalimi yaparken Alp Arslan ise devletini yıkmaya, milletini esir etmeye azmetmiş düşmanını affediyordu. Alp Arslan‘a ‘’Sultanu‘l-Adil’’(Adil Sultan) ismini veren Anadolu‘da yaşayan Hıristiyan halk idi. Bütün tarihçilerin ittifak ettiği ikinci nokta da, eğer Bizans İmparatoru Malazgirt‘te muzaffer olsaydı, dönüşte aynı dine bağlı olan Ermenileri tamamen imha etme kararında idi. 

        Hıristiyanlar en büyük mağlubiyeti Alp Arslan‘dan gördükleri halde devrin Bizans, Ermeni, Süryani kaynakları ―Alp Arslan‘ın adaletini, yüksek insanlık vasıflarını övmekte müttefiktirler. Pakistanlı Alim Mevdudi, Alp Arslan‘ı şöyle anlatıyor: ―Onun çok ismi vardı. Fakat en meşhur ismi Alp Arslan‘dır. Bu kelime Türkçe olarak Sultanın şahsi vasıflarına pek uygun sıfat idi

         Alp Arslan‘ın Romanos Diogenes‘i bir misafir gibi ağırlamak büyüklüğünü göstermesi de, Türk‘ün al-i cenaplığını ve insanlık meziyetini göstermesi bakımından yine başlı başına bir zafer sayılacak önem ve ihtişamdadır. Hiç şüphesiz eğer İstanbul‘un fethinde İmparator Konstantin sağ olarak ele geçseydi, Fatih‘ten göreceği muamele daha parlak olacaktı. Çünkü Fatih, Alp Arslan‘la başlayan Anadolu fethinin ancak İstanbul‘un fethiyle gerçek hedefine ulaşabileceğini biliyordu.

Sultan Alparslan 1072 yılında Türkistan’daki Karahanlılar üzerine yürüdü.Bu sefer sultanın son seferi oldu.Alp Arslan’ın  kuşatmasına direnen  Balzam kalesi kumandanı teslim olduktan sonra,huzura çıkarıldığında,çizmesine sakladığı bir bıçakla sultanı ağır yaraladı.Alp Arslan ,oğlu Melilşah’ı sultan olarak tanımaları  için devletin  ileri gelenlerinden söz aldı ve birkaç gün sonra öldü.(Temel Brıtannıca  cilt 2.s178)

           Sultan Alparslan çok cesur bir komutan,üstün yaratışılı bir hükümdardı.Devleti sağlam temeller üzerine kurmak için büyük çaba harcamıştır.Genç yaşta ölmeseydi,büyük bir cihangir olabilirdi.Bütün tarih yazarları bunu belirtmişlerdir.Alpaslan kendisine vezir olarak,zamanın en büyük devlet adamlarından Nizam-ül Mülk’ü seçmiştir.

         Alp Arslan’ın  doğum tarihi kesin olarak bilinmiyorsa da 1029,ya da  en geç 1033 ‘te doğmuş olduğu kabul edildiğine göre,öldüğü zaman kırk yaşlarında bulunduğu anlaşılıyor.

        Alp Arslan  bilimi ,sanatı sever,bilginleri,sanatkarları korurdu.Bayındırlık işlerine,mimarlık eserlerine büyük değer verirdi.Horasan  Camisi,Nişapur’daki Şayda Kalesi Alp Arslanın yaptırdığı mimarlık eserlerinin  başında gelir.Bilim ve düşüncenin gelişmesi için kurulan Nizamiye Medreselerinde Şirazi,Gazali,Şaşi gibi bilginler ders verdiler.Büyük  dil bilgini Kaşgarlı  Mahmud da Divanü Lügati-t  Türk  adlı yapıtını o yıllarda yazmaya başladı.
          KAYNAKÇA:

         (Yeni Hayat Mecmuası cilt 1.s.151/Bibliyografya :bu konuda  dilimizdeki başlıca eserler-Alparslan ve Malazgirt 1963;Anadolu Fatihi Alp Aslan Şapolyo,1966,Alpaslan  ve Malazgirt Destanı H.C.Alpay 1971;Türk Selçuklu Sultanı Alparslan ,Leventoğlu,1971,Malazgirt Savaşı ,M.Leventoğlu ,1971) . (Yrd.Doç.Dr.Erol Kürkçüoğlu.Türkler Ansiklopedisi 4.cilt.s.1156)

Facebook Beğenenler

Yorum yapılmadı!

Yorum yapmak için aşağıdaki formu kullanabilirsiniz.

Yorum Yaz!

E-Posta adresiniz yayınlanmayacaktır.
* İşareti olan alanlar gereklidir.