Haksızlığa uğramış, emeği sömürülen, adaletsizliğe uğramış, antidemokratik kıyımlardan geçmiş, emperyalizmin silahlarıyla öldürülmüş, yurdu işgal edilip yağmalanmış, barış istediği için hapsedilmiş, özgürlük dediği için işkencelerden geçirilmiş tüm insanlarla birlikte acı çeken, öfkelenen, direnen bir duyarlığın yansıması olan şiirler yazmış hep. Şiir sanatına ilişkin düşünmekten de hiç vazgeçmemiş. Bu süreçte ele geçirdiği şiir düşüncelerini de aralıksız bölüşerek Türk şiirine katkı koymuş. Veysel Çolak'ın bu birikimi, ortaya koyduğu şiir düşünceleri, şiire verdiği emek, şiir anlayışı, şiir dili gibi konular çerçevesinde kendisiyle konuştuk:
Fatma Aras: Yazılarınızda, ister istemez, 'şiir' terimini sıkça kullanıyorsunuz. Bu da "Hangi şiir?" sorusunu akla getiriyor. Sanırım bu konuda netleştirmelere gereksinme var. Bu yargıyı şiir anlayışlarının farklılığı da destekliyor. Yani hangi şiirden, şiir anlayışından söz ediliyorsa; bunu belirginleştirecek bir önad (sıfat) kullanmak gerekiyor. Elektronik şiir, görsel şiir, deneysel şiir... gibi. Siz şiir terimini kullanırken, bu terimin önüne hangi önadı (sıfatı) koyuyorsunuz?
Veysel Çolak: Görsel / deneysel / uzamsal... şiir aranışlarına ilişkin düşüncelerimi ortaya koyduğum yazılar da yazdım; ama diğer yazılarımda, konuşmalarımda söylediklerim; acıtıcı bir esinlenmeyle yazılan coşkun, coşkulu şiire, lirik şiire ilişkindir. Bu açıklamayı gerekli görüyorum. Çünkü şiir dediğinizde, ister itemez, farklı anlayışlarla yazılmış şiirlerin tümü gelir us'a. Konulan şiir ödüllerini düşünün. Farklı anlayışlarla yazılmış onlarca dosya katılır bu ödüllere. Oysa görsel şiir ödülü, lirik şiir ödülü... dense, katılımcı kişiler karmaşaya kurban gitmeyecek. Lirik şiir anlayışı baskın olduğu için, diğer anlayışlarla yazılan şiirlerin değerlendirme dışı kaldığına çok tanık oldum.
Fatma Aras: Yaptığınız değerlendirmelerde "... şiirin içeriğine, yapısına, güncelle olan ilişkisine, yazılma sürecine, okur tarafından nasıl okunmasına ve alımlanmasına dair fikirlerinizi somut örnekler ve uygulamalar üzerinden açıkladınız" hep. Şiirler üzerine yapılan değerlendirmelerin yüzeysel olduğunu düşünüyor ve bir itirazı geliştiriyorsunuz aslında. Biraz açar mısınız bunu?
Veysel Çolak: Şiir, içtenliği; şiir üzerine değerlendirme yapmak ise cesareti gerektirir. Çünkü şiir içtenlik ve cesaret üzerine geliştirilir. Şimdilerde içtenlikten ve cesaretten yoksun bir şiir ortamı var. Bu yüzden başarısız şiirler yazılıyor; bu yüzden şiir üzerine yazılan yazıların öğretici, geliştirici hiçbir özelliği yok. Bir şiiri değerlendirirken, o şiire, o şiirin içerdiklerine bakarsınız. O şiirin oluşturduğu temaya, diline, biçemine, biçimine, imgelerine, yapısına, dize ve sözcüklerin kurgulanışına, bağdaştırmalarına, bu bağdaştırmaların özgün olup olmadığına, söz ve anlam sanatlarının işleyişine bakarsınız. O şiiri yazılagelen onca şiirin arasına koyup gelenekle olan ilişkisini, getirdiği yeniliklerin olup olmadığını saptarsınız. Böylesine emek-yoğun bir çalışma yaptıktan sonra o şiirin niteliği hakkında bir yargıda bulunabilirsiniz ancak. Yoksa yapılan her değerlendirme boşlukta kalır. Şiir sanatının geliştirici öznelerden yoksun olduğu günlerdeyiz.
Fatma Aras: Haklısınız. Şairi yansıtan yazdığı şiirlerdir. Elbette şairin şiirlerine bakılmalıdır. Bu yapılmıyorsa, ortaya konulan görüşlerin hiçbir önemi olamaz.
Yeri gelmişken şiirde seçmeci (eklektik) tutum konusunda neler söylersiniz?
Veysel Çolak: Hayatın her alanında seçmeci (eklektik) tutumun yansımalarını görebilirsiniz. Evinin salonunu düzenlerken beş benzemezi bir araya getirenler olabilir. Biri çıkıp farklı dinlerin bazı kurallarını bir araya getirerek yeni bir din oluşturabilir. Sanat, şiir söz konusu olduğunda sanatçının, şairin seçmeci (eklektik) bir tutumu kesinlikle olamaz / olmamalı. Seçmeci (eklektik) tutum içerisinde olanlar, kesinlikle özgün bir şiir yazamazlar. Özgün bir biçemleri de olamaz. Çünkü başka şairlerden aldıkları biçim, bağdaştırma, imge, ritim... gibi şiir öğelerini kullanarak bir metin oluşturmaya çalışırlar. Bir şairin imge anlayışını, başka bir şairin biçemini, bir diğerinin biçimini, yapısını bir araya getirerek şiir yazmaya kalkışılırsa seçmeci (eklektik) anlayışın bataklığına düşülmüş olur. Bu yolla oluşturulan bir metin kusurlu parodi olmanın ötesine de geçemez zaten.
Bir şairin şiirinin karakteristik özelliklerini alay etmek için seçmeci davrananlar da olabilir. Örneğin Ahmet Haşim'in 1921'de yazdığı "Akşam, yine akşam, yine akşam / Göllerde bu dem bir kamış olsam!" dizelerine karşılık "Bir de rakı şişesinde balık olsam" dizesini yazan Orhan Veli gibi alay amaçlı metinler oluşturulabilir. Pastiş denilen bu tür metinler de seçmeci (eklektik) özellikler taşır. Modern şiirin niteliklerini kavramadan oluşturulan sözde modern şiirlerde, görsel şiirlerde de seçmeci (eklektik) açmaz kolayca görülebilir.
Fatma Aras: Yazdığı şiirin bilincinde bir şairsiniz. Oluşturduğunuz temanın birebir anlaşılmasını öncelediğiniz için noktalama imlerini özenle kullanıyorsunuz. Bazı şairlerin noktalama imlerini kullanmadığı biliniyor. Siz bu görüşe katılmıyorsunuz.
Okuyucunun şiirinizden keyfi anlamlar çıkartmasını istemiyorsunuz. Oluşturduğunuz anlamın kavranması daha önemli sizin için. Ne dersiniz?
Veysel Çolak: Doğru, yaptığınız bu saptamalara özen göstererek yazıyorum şiirlerimi. Okuyucu şairin oluşturduğu anlamın çok uzağında kendince anlamlar yükleyebilir bir şiire. Böyle olunca şiir okuyucunun aracı durumuna düşürülmüş oluyor. Okuyucunun şiirde olmayan anlamlar üretmesi, şiirin işlevini yitirmesine de neden olur. Şairin çabası da anlamsızlaşır. Oysa şair ürettiği anlamla okuyucu etkilemek, eylemli kılmak ister. Böyle düşündüğüm için noktalama imleriyle okuyucuyu şiire yüklediğim anlama yönlendirmeye çalışıyorum. Bu, benim için önemli. Şiirde anlam aranmaz diyenlerden değilim çünkü. Kim, bir şiirden ne anlıyorsa o şiirin anlamı odur deyip işin içinden çıkmak kolaycılıktır. İkinciyeni şiir anlayışının ilk örneklerinde anlamla buluşamayanların başvurduğu yoldur. Gene bu açmazın içerisinde olanlar bir şiiri yukarıdan aşağıya, aşağıdan yukarıya okuduğunuzda bir şey değişmiyorsa o şiirin başarılı olduğunu söyleyebildiler. Şu eğretileme açıklayıcı olsun: Dünyayı iğnenin deliğinden geçirebilirsiniz. Bunu yapabilmek için ya iğnenin deliğini büyütürsünüz ya da dünyayı küçültürsünüz. Bu durumda iğne iğneliğinden, dünya dünyalığından çıkmaz mı? Şairin oluşturduğu anlamı önemsiyorum, eğilip bükülmesi bana ters geliyor. Şiir okuyucuya değil, okuyucu şiire bağlı olmalı. Bir şiiri okumak, anlamlandırmak ciddi bir iştir. Harfleri, heceleri birleştirmek, sözcükleri okuyabilmek yeterli değildir bir şiirin içine girmek için. Bir yerlerde söylediklerimi aktarmak istiyorum buraya: Bir şiir okumak; cephede savaşmak, yıldızlara gitmek, bir direnişe katılmak, dünyayı dolaşmak, hapiste yatmak, ölümü göze almak, ihanete uğramak... gibi bir deneyimdir. Eğer bir şiir bu genişlikte okunmuyorsa, o şiir okunmamış demektir.
Fatma Aras: Hemen şunu da sorayım: Sizin şiirinizde de birbirine çok uzakmış gibi gözüken mekânlar, olgu ve olaylar, tarihsel süreçler bir araya getiriliyor. Şiir dilinizi de belirliyor bu. Sanki anlatılması gereken birçok şeyi atlayarak kurguluyorsunuz şiirlerinizi. Bu da okuyucunun işini iyice zorlaştırıyor. Bu bağlamda bir değerlendirme yapar mısınız?
Veysel Çolak: Ben de hemen söyleyeyim: Yeterince tarih, coğrafya, sosyoloji, ekonomi bilinmiyorsa şairin bir araya getirdiği olgu ve olaylar, mekânlar, tarihsel süreçler birbirlerine çok uzakmış gibi gözükebilir; ama öyle değil. Dünyada yaşanan her şey arasında mutlaka bir ilişkilenme bulunur / olur. "Kelebek etkisi" yani. Özellikle sınıflı toplamlarda insana dayatılan adaletsizlikler, antidemokratik uygulamalar, hukuksuzluklar, sömürü... özde aynıdır aslında; ama biçim bakımından farklı işleklikler gösterebilirler. Yani biri dişini sökerek işkence eder, diğeri Filistin askısına alarak. Dünya denilen kürede yaşanan her şeyi şiirde bir araya getirebilir şair, hatta getirmeli. Bu anlamsal genişlikte olmalı şiir. Çünkü şiir birkaç kişi için değil, bütün insanlar için yazılır. Yoksa getto şiir yazmanın ötesine geçemezsiniz.
Fatma Aras: Belki söyleyeceksiniz, ama ben gene araya girip sorayım: Bu söylediklerinizin şiir diline yansıması nasıl oluyor?
Veysel Çolak: Bu söylediklerimin şiir dilinde yansıması anımsatma (telmih) sanatıyla oluyor. Şöyle bir örnek üzerinden konuşabiliriz. "Afrika'da bir çocuk açlıktan ölse Türkiye'de bir çiçek solar". Afrika'nın tarihsel gerçeklerini ve şimdisini bilmeyen ve içselleştirmeyen birine bu dize hiçbir şey söylemeyecektir. O kişi dizenin "Türkiye'de bir çiçek solar" kısmında yansıtılan duyarlılığı da anlamayacaktır. "Afrika'da açlıktan ölen bir çocuk", "Türkiye'de solan bir çiçek". İki farklı fotoğraf. Birbirlerine çok uzakmış gibi gözüken iki durum, iki gerçeklik yan yana getirilmiş bu dizede. Sözcükler, bağdaştırmalar kurgulanarak çağrışımsal bir anlam oluşturulmuş. Sinema dili üzerinden konuya açıklık getirebiliriz. Başlangıçta sinema dili diye bir dil yoktu. Kamera bulunduktan sonra bir yaşamsal kesit üç saat, beş saat, yirmi dört saat filme alınıyordu. Bundaki olumsuzluk kısa sürede fark edildi. Şiir dilindeki sözcüklerin, bağdaştırmaların, dizelerin kurgusu, görüntülerin kurgulanabileceği düşüncesini işlerliğe soktu. Yani sinema, dilini şiir dilinden edindi, görüntüleri kurgulamaya başladı. Örnek olsun: Bir işçinin evden hızla çıkışı, durakta bekleyişi, sonra da fabrikada makinenin başında çalışırken gösterilişi. Bu üç ayrı durum arasında olan bitene ilişkin hiçbir görüntüye yer verilmiyor. Bırakılan boşluklar seyirci tarafından dolduruluyor. Aynı şeyi şiirde yaptığınızda, bırakılan boşlukları okuyucu doldurmuyor. Anlatımda kopukluklar varmış gibi düşünüyor. Ne yazık ki durum bu, ama ben yazdığım şiirlerde okuyucudan doldurmasını beklediğim boşluklar bırakmaya devam edeceğim. Şiir dili üzerine yeterince düşünmeyenler bunun dağınıklık, anlam bütünlüğünden yoksunluk, seçmecilik (eklektizm) olduğunu sanıyor.
Şiir dili, sinema diline verdiklerini geri almalı. Yeniden sinema dilinin önüne geçmeli şiir dili.
Fatma Aras: Akla şu soru geliyor: Şiir dili, ille de sizin açıkladığınız gibi mi olmak zorunda?
Veysel Çolak: Kesinlikle. Yoksa sözcüklerin, bağdaştırmaların, dizelerin kurgusundan vazgeçmiş olursunuz. Gereksiz sözcükleri kullanmak durumunda kalırsınız. Sözcük ekonomisi yapamazsınız. Çağrışımsal anlamlar oluşturamazsınız. İmge yoksunu olursunuz. Böyle olunca da giriş, gelişme, sonuç bölümleri olan bir hikâye yazmış olursunuz. Yani yazdığınız şiir olmaz.
Fatma Aras: Lirik, lirik-modern şiir anlayışından yana olduğunuzu söylediniz. Yani şiirin duygular, heyecanlar üretmesini önemsiyorsunuz. Öte yandan şiir duygularla yazılmaz diyenler de var. Mizahi bir yaklaşımla şöyle sorabilirim: İnsanî duygulardan yalıtılınca, duygu içeriği olmayan bir sevişmeye benzemez mi yazılan şiir?
Veysel Çolak: Bu soruyla ressam Edgar Degas ile şair Stéphane Mallarmé arasında geçen öyküye gönderiyorsun beni. Edgar Degas, yoğun, güzel, etkileyici duygulara sahip olduğunu ama bunları şiirde yansıtamadığını, şiire dönüştüremediğini söyleyince Stéphane Mallarmé "Şiir duygularla değil, sözcüklerle yazılır…" diyerek poetik düşüncesini ortaya koyar. Ne yazık ki Stéphane Mallarmé'nin bu sözü onca yinelenmesine karşın hâlâ tam anlaşılmış değil. Bazılarının sandığı gibi bu sözden şiirde duygunun yeri yoktur anlamı çıkartılmamalı. Sadece şair değil, birçok insan duygu-yoğun olabilir. Zaten her insanın, şöyle ya da böyle, duyguları vardır. Duyguları olmak, şiir yazmak için yeterli değil. Bir insanın esinlenmesi, yazma isteği duyması gerekir elbette; ama bu duyguları nasıl yazacağını da bilmesi gerekir. Eğer bilmiyorsa şiir de yazamayacaktır. Duyguları yansıtmak için sözcüklerin kullanılması gerek. Bu da doğru sözcükleri seçmeyi, etkileyici bağdaştırmalar kurmayı, dizeleri anlam oluşturacak biçimde kurgulamayı gerektirir. Yani şiirin temel gereci sözcüklerdir, çekim ekleridir. Şair esinlenir, yazmaya koyulduğunda da biçime, biçeme, yapıya ilişkin yoğun bir çalışmaya girmek durumundadır. Şöyle ya da böyle, duyguları dile getirmek şiir olmuyor. Stéphane Mallarmé'nin dediği de bu. Bunun böyle olduğunu yerli yerine oturtmayınca, şiirde sözcüklerden vazgeçilebiliyor. Örneğin Isidore Isou'nun öncülüğünde geliştirilen letrizm (lettrisme, harfçilik) şiir anlayışı sözcüklerden vazgeçiştir. Görsel şiir yazanlar da bu açmaza düşüyor denilebilir. Stéphane Mallarmé'nin söylediğinden yola çıkıp bu noktaya varılamaz.
Senin mizahi soruna gelince rahatça şunu söyleyebilirim: Lirik şiir duyguya, düşünceye indirgenemeyeceği gibi salt tekniğe de indirgenemez. Divan şiirinde olduğu gibi yapay duyguların da şiirde yeri yoktur. Şiirin oluşturacağı duygu insanî olmalıdır. Bu olamayınca yazılan şiirin insanla buluşması olanaksızlaşır. Çünkü böylesi şiirler duygu yoğunluğu olmayan sevişmeler kadar yapay ve iticidir.
Fatma Aras: Thomas Stearns Eliot (1888- 1965), "Gelenek ve Bireysel Yeti" adlı denemesinde "Hiçbir ozanın, hiçbir sanatçının tek başına tam bir anlamı yoktur." diyor. Ne yazık ki Türkiye'de böyle bakılmıyor şairlerin konumlanışına. Birikimi yok sayan bir anlayışla şiir yazılabileceği sanılıyor. Böylece öncesi - sonrası olmayan şiirler çıkıyor ortaya. Bu konuda bir değerlendirme yapar mısınız?
Veysel Çolak: Gözlersiniz, deney yaparsınız, maddeyi incelersiniz, toplumların işleyişine bakarsınız; çelişkileri, bu çelişkilerin çatışmasını ve sonuçlarını değerlendirirsiniz. Bu aranışlar sonucu bilgi elde edersiniz. Şiir bilgileri de aynı yollarla edinilir. Şair, başlangıçtan bu yana yazılan her şiirin bir deneyimleme olduğunu unutmadan, o deneyimlemelerden şiiri, şiir sanatını öğreneceğini görmezden gelemez. Bunu yaparsa kendine özgü şiirler yazabilir, yazdığı şiirin kökleri de yazılan ilk şiire kadar uzanır. Böyle olursa şairin bir anlamı olabilir. Her şairi kendinden önceki şairlerin ve çağdaşlarının yazdığı şiirler açıklar; olumlar ya da geçersiz kılar. Bilinçli veya bilinçsiz olarak, ister istemez, şiirler hep karşılaştırılır, yüzleştirilir. Bunu okuyucudan, eleştirmenden önce şairin kendisi yapmalıdır. Bu arada şunu da belirtmeliyim: Şiir yazdığını sananlar için değil bu söylediklerim. Yazdıklarıyla şair önadını (sıfatını) hak etmiş kişilerdir sözünü ettiğim.
T. S. Eliot, aynı denemesinde şunları da söylüyor: "... bir ozana (...) önyargı olmadan yaklaşırsak, sık sık görürüz ki eserinin yalnız en iyi değil, en bireysel bölümlerinde bile ölmüş ozanlar, ataları, kendi ölümsüzlüklerini pekiştirmektedirler. Bunu yalnız etkilenme dönemi olan ergenlik çağı için değil, tam bir olgunluk çağı için de söylüyorum." Yani başarılı şiirler yazan bir şairseniz; şiirleriniz, geçmişte yazılmış başarılı şiirlerin bir sonucudur. Sizden önce yapılan şiir deneyimlemeleri sizin daha başarılı şiirler yazmanız için yapılmıştır bir bakıma. Bu ve benzer değerlendirmeler, estetik bağlamda oluşan geleneğin izini yitirmemeye ilişkindir. Elbette böyle olması gerekiyor. Yoksa geleneği kavramak, eskimiş yanlarını ayıklamak, dönüştürmek, yeni olanı üretmek olanaksızlaşır. Gelenek deyince herkesin aklına yapı, biçim, biçem... gibi şiir öğeleri geliyor. Yanlış değil bu, ama eksik. Nedense içeriğin de geleneksel olabileceği düşünülmüyor. Her türlü toplumsal / bireysel baskıya karşı çıkan, bu bağlamda verilen savaşımın sürekliliği de şairin vazgeçemeyeceği, gözeteceği geleneksel bir öğedir.
Söyleşiyi burada bitirelim isterseniz.
Fatma Aras: Teşekkür ederim Hocam; ama kitaplarınızda, dergilerde yer almayan bir dizenizi bizimle paylaşır mısınız?
Veysel Çolak: Ne işe yarar bilmiyorum. Yeni yazdığım bir şiirin son dizeleri şöyle:
"Herkesin acısını getirin aklınıza
hepsini toplayıp tamamladım
işe koyulan bir hançer oldum o günden sonra."
Bu söyleşi 2019 yılında “KLAROS” dergisinin ilk sayısında yer aldı.