Selcen Ünsal Özçelik     9 Ekim
Çocuktuk, küçücüktük, tek derdimiz oyunlar oynamaktı sokaklarda..Ağaçların dallarında, duvarların tepesinde oturup yoldan gelip geçenleri izlerdik, meyve toplardık..Büyük bahçelerde kendimize evler, odalar yapardık sonbaharda yere dökülen sapsarı kayısı ağacı yapraklarından ...
Yapraklar kocaman büyük kareler olurdu toprağın üstünde, biri oturma odası, biri yatak odası, biri mutfak..Sonra misafirliğe giderdik birbirimizin yapraktan yapılmış hayali evlerine ve "Çocuklar nasıl?" diye sorardık birbirimize hayali çaylarımızı yudumlarken, en çocuk halimizle..
Sokakta biraz daha oynayabilmek, bisiklet sürebilmek için mücadele ederdik ailelerimizle...Bir seramik ustası edasıyla çamurdan tabak çanak yapardık bahçemizde...
Her akşam aksatmadan sek sek oynardık evimizin bahçesinde..Kar yağdığında kardan adam yapar, yuvarlanırdık elimizde en sevdiğimiz, belki de tek olduğu için en değerli olan mavi gözlü sarı saçlı oyuncak bebeğimizle...
O bebeğe elbiseler etekler dikerdik, her defasında terziye giden anneye terzideki artan rengarenk, küçük kumaşları terziden isteyip eve getirsin diye yalvarırdık, bazen küçük yamuk yumuk kumaşlar arasından parlak, gösterişli kumaşlar çıkardı nasıl sevinirdik..Elimizde iğne, makas ve iplikler tasarımlar yapardık minicik ellerimizle..
Çocuktuk işte, tek derdimiz oyunlarımızdı.Masumduk, küçücük bir şehirde dünyadan bihaber yaşıyorduk kendi dünyamızda.Okulumuz evimizle aynı mahallede olduğundan Hügo'yu, Tolga abiyi seyretmek için teneffüslerde koşarak eve gelirdik, zamanla yarışır, beş on dakika izleyip koşardık yine okula, derslere...Üç arkadaştık, ben, ikizim ve kuzenim..Küçüktük, ilkokul birinci sınıftaydık,
Güzeldi çocuk olmak, eğlenceliydi, masumdu..Sokakta, bahçede oynarken amcamın gelmesi için can atardık, hemen alırdı kucağa, doğru bakkala, çikolata aldırırdık hep, amca demek çikolata demekti...
İkiz olduğumuzdan zayıftı bünyemiz, her bayram hasta olup yatardık evde, herkes cicilerini giyip giderken törenlere biz üzerimizde yorgan yatardık evde yan yana...Her ay aylık iğnelerimiz vardı.Çocuktuk, korkaktık, bıkmıştık artık..İğneci amcayı elinde çantası mahallenin başında görür görmez kaçardık hemen, saklanırdık, bahçemizin en ücra yerinde beklerdik iğneci amca gitsin diye..Annemizin dakikalarca bağırarak bizi aramasına aldırmaz, iğneci amca gidene kadar kulaklarımızı tıkar, sesimizi çıkarmazdık, en sonunda pes eder bırakırdı annemiz aramayı ve giderdi iğneci amca.Korkuyla karışık mutluluk ve gururla çıkardık saklandığımız yerden...
Çocuktuk, kara kuru küçücük kızlardık..Korkaktık, çok korkardık karanlıklardan, bilinmezlerden... Gece uyanınca iki katlı olan evimizde inemezdik aşağı katta olan lavaboya tek başımıza, kaldırırdık birbirimizi ; "Hadi kalk!Korkuyorum, inemiyorum aşağı lavaboya" derdik, beraber inip beklerdik birbirimizi...Yıllar geçti büyüdük, yuvadan uçmadan önce bile gece kötü rüya görünüp korkunca, birbirimizin kapısını çalıp ; "Kötü rüya gördüm, çok korktum! " deyip uyandırırdık birbirimizi...Şimdi eşlerimizi uyandırıyoruz...    Çocuktuk...
Türkiye'nin doğusunda küçük bir şehirde kendi dünyamızda yaşıyorduk...Bazen silah sesleri gelirdi dışarıdan, korkardık...Bazı geceler daha yakın gelirdi sesler, bazı geceler daha uzak...Uykumuzdan uyandırırdı bazen, küçücük bedenlerimiz korkudan titrerdi...
Öğretmendi babamız doğuda öğretmen olmak demek tehlike demekti, bazı geceler silah sesleri daha yakından gelince bağırırdı babamız "Yer yatın!" diye, hemen ışıkları kapatır yatardık yere, ellerimiz kulaklarımızda silah sesleri kesilsin diye dua ederek, karanlıkta beklerdik...Bir gece öyle şiddetliydi ki silah sesleri, uyandırdı yine uykumuzdan bizi, dedemizin kucağında, üstümüzde pijamalarla sığındık bahçenin arkasındaki küçücük kulübeye...Bekledik orada saatlerce kulaklarımızı kapatarak, dualar ederek...Hiç bir şey anlamazdık, nedendi bu sesler, neydi paylaşılamayan, neydi insanları bu kadar nefret dolu yapan, neydi Allah'ın yarattığı bu mucize bedeni futursuzca yok etme arzusu, neydi anneleri çocuksuz, çocukları anne-babasız bırakan bu mücadelenin sebebi...Zaten ömür kısacık değil miydi, paylaşmak varken bu dünyayı güzelliklerle neydi paylaşılamayan ve uğrunda gencecik bedenleri yok eden...Çocuktuk, hiç anlayamazdık sebebini bu seslerin...
Büyüdük, hala anlayamadık...Yıllar geçti üstünden ama çocukken yaşananların ve hissedilenlerin etkisi hiç geçmezmiş...Bazı geceler kabus gibidir hala...Savaş filmlerini aratmayacak korkulu rüyalarda silahlardan kaçarız, evde saklanırız bombalar üstümüze gelmesin diye, bazen de ailemizi bir çatışmanın içinde görüp nefes nefese uyanırız ve anladığımızda rüya olduğunu şükrederiz gerçek olmadığı için ve lanet ederiz korkulu rüyalarımızın sebebi olan tüm insanlara ...
Ömür boyu etkisi sürecek olan hep bir kaybetme korkusu...    Resimdeki küçücük çocuğun görüntüsü içimi parçaladı bugün..Bombalar düşüyor evlerine insanların, silah sesleriyle uyuyup silah sesleriyle uyanıyor bazı çocuklar bu ülkede..Sonrasında gelsin büyük travmalar, ömür boyu sürecek korkulu rüyalar, üzerinden atamayacağın kaybetme korkuları..Resimdeki elleri kulaklarında koçan çocuğa öyle üzüldüm ki bugün..Barış bu kadar zor mu?Çocukların silahsız bir dünyada yaşaması imkansız mı?Onlar her şeyi oyun gibi gören sadece çocuk...    “Artık havalar iyice soğudu. Kuş sesleri duyulmaz oldu...Şimdi yalnızca, anasını ya da babasını, kardeşini yitiren çocukların ağlamaları duyulabiliyor...Bizler, bir ülkesi ve umudu olmayan çocuklarız.-Dunja, 14” 
Bu sözler Eski Yugoslavya’da savaşı yaşamış, son on - onbeş yılda savaş yüzünden yaşamını, sağlığını, anne / babasını ve umudunu yitirmiş milyonlarca çocuktan birine ait. Umudum sadece kuş sesleri ve çocukların gülüşlerinin duyulabildiği bir Türkiye...

Henüz yorum yapılmadı!

Bu içerik için yorum yapılmadı. Yorum yapmak için aşağıdaki formu kullanınız.

Yorum Yaz!

E-Posta adresiniz yayınlanmayacaktır.
* İşareti olan alanlar gereklidir.