Ondan geçmişti Azize teyzeye de bu sert davranışlar. Torunuydu, fakat hep öbür torunlarından ayırırdı, onun yeri başkaydı başkaydı. ''Huyu, suyu aynı ben'' derdi biraz da gururla gülümseyerek. Hiç ağladığını görmemişti, hayır, birkeresinde görmüştü görmesine de, ninesi ağlamadığıyla alakalı ısrar edince fazla üstüne gitmemişti. Dile kolay, koca bir Vatanı arkasında bırakıp gelmişti. Vatan dedim ya, siz doğduğu yerler, topraklar falan zannetmeyin. Bir ablası vardı Vatan adında. Uzaktan görmüştü ölümünden birkaç gün önce Vatan ablayı. Ninesinin eteklerinden sallanıp ta sınıra kadar gitmiş, helalleşmek için Araz'ın kıyısına getirdikleri Vatan abla'nın kederli yüzünü uzaktan bile olsa seyretmişlerdi. Eşi, yakın akrabalardı, aslında bu köyde herkes akravaydı, tarladan gelirken Rus askerlerinin gözlerinden saklanarak şarkı söyleyerek karşı kıyıdakilerden kimin kaldığını, kimin öldüğünü sorduıklarını, Vatan ablanın hasta olduğunu duyunca habere geldiğini söyleyince, ninesi hemen şimdi gidelim demişti. Demişti demesine, ama hemen olmazdı bu gibi durumlar. İki gün sonra gitmişlerdi. Ninesinin ağlayıp sızlayacağını beklemişti boşuna. Kadın öyle yerinde durmuş uzaktan uzaktan ablasına bakınmıştı sadece gururlu görünüşüyle. İşte tanıyanlar ninesinin aynısı diyorlardı o yüzden. 1992 yılında oğlu Cavit'in şehitlik haberi duyulduktan yaklaşık bir ay sonra naaşı geldiğinde de ağlamamıştı. Gözünden yaş dahi gelmemişti. Yine aynı gururla, yine yüzünde o vakur ifade eşiyle beraber cenazeye gelen misafirleri ağırlamışlardı.
Bu kez durum farklıydı. Vatan savaşı vardı ülkede ve oğlu savaşa katılmak için gönüllü başvurmuştu asker kayıt mıntıkasına. Yarın yolcu edeceklerdi. Yıllardır ebe hemşire olarak çalışmıştı. Tüm köyde herkes sever sayardı kendisini. Geceden hazırladığı bohçasını kapının hemen ardında bırakmıştı. Kararını vermişti oğluyla beraber o da gidecekti savaşa. Gider en azından askerlerin elbisesini yıkar, yaralıların yarasını sarar, yemeklerini yapardı. Emekliye ayrılıncaya kadar aldığı ödüllleri, teşekkürleri de bohçasındaydı. Sabah görevliler gelince ısrar etti, ben de oğlumla geleceğim diye. Çocuklar tanıyorlardı kendisini. Arabaya bindiklerinde keyfine diyecek yoktu. O da gidecekti oğluyla beraber savaşa. Araba mıntıkanın önünde durunca hemen koştu oğlundan önce. Askerlerin şaşkın bakışları arasında mıntıka reisini sordu. Mıntıka başkanına uzun uzun anlattı kendisini. Yıllarca köyde ebe hemşire olarak çalıştığını, seksen yaşında olmasına ragmen gidip Karabağ'da oğlunun öcünü almak istediğini söyledi. Mıntıka başkanı orda ebeye ihtiyaç olmadığını şakayla karışık gülerek söylediğinde asla gücüne gitmedi, ''yemek yaparım, elbiselerini yıkarım, yaralarını sararım'' - dedi.
Gitmesine gerek duyulmadı ama Azize teyzenin kalbi hep askerlerle, savaşla attı o günden sonra. Her işgalden kurtarılan bölgeyle beraber biraz daha huzura kavuşuyordu kalbi. Biraz daha rahat oluyordu. Artık sürekli televizyonun karşısındaydı. Şuşa'nın işgalden kurtarılışı günü nasıl ağlamıştı.Şehit oğlunun Cavit'inin öcü almıştı Azerbaycan askerleri. Ve aynı zamanda şehit olan binlerce Cavitlerin... Fakat içinde bir küskünlük vardı: neden onun ihtiyarsın savaşa gitmesine izin vermemişlerdi... Eğer gitmiş olsaydı, enazından bugün bu zaferde onun da bir katkısı olacaktı...
Azize teyze o gece rüyasında ninesini gördü. Yalnız gelmemişti ninesi. Vatan ablası da vardı yanında. Gülümsüyorlardı ikisi hep beraber yüzlerinde vakur bir ifade..., Haber: Oktay Hacimusali