Kimler geldi kimler geçti geçti, bu sokaklardan, kimler yaşadı bu evlerde…
Iğdır 1992 yılına kadar küçük bir kasabaydı… Kerpiçten evler vardı. Evler hayat denilen bahçeler içinde yer alırdı. Her mahalleden, evlerin önünden su kanalları geçerdi… Kasaba halkının büyük çoğunluğu Azeri Türklerinden, Kürtlerden, Karadenizliler ve, terekemeler oluşmaktaydı… Kürt vatandaşlar genellikle dağ köylerinde yaşardı, Azeri ve Kürtler yaylaya beraber çıkarlardı. Aralarında ciddi hiçbir sorun yoktu. Dostluk, hısımlık, kirvelik, gibi geleneksel değerlere bağlılık vardı. Kürtlerde feodal ilişkiler aşiret yapısı, beyler ve şıhlara olan ciddi bir sadakatten da söz edebiliriz…
Iğdır’daki Azeri Türkleri bölgenin yerlisi olan halk ve İran, Azerbaycan ve İrevan bölgesinden gelen Türk nüfustan oluşmuştur… Azeri Türkleri İslam dininden olup, Ehlibety inancına sahip, Caferi Mezhebine bağlıdırlar… Kürt vatandaşlar ise genellikle Ehli Sünnet olup Şafii mezhebi mensubudurlar. Bir kısmı ise Ezidi veya Yezidi Kürtleri olup Tavusu Meleğe iman ederler ve Müslüman değillerdir(Bir zamanlar Karakuyu, Bender Murat, Karaçomak, Güngörmez, Harmandöven, Nişankuyu köylerinde yaşarlardı)… Bölgenin binlerce yıllık Türk Yurdu ve Oğuz boyu olduğuna ilşkin en büyük kanıt mezarlıklardaki koçbaşları olan anıtlardır…
Milliyet Büyük Larousse‘da Iğdır Tarihi ile şu bilgiler verilir:
Iğdır, Ankara’dan 1.253 km, mesafede… Yerleşim tarihi Urartulara kadar uzanır, Sırası ile, Med, Pers, Makedonya, Seleukus, Araks, Roma, Arsaklı ve Sasani yönetiminde kalmış, bölge daha sonra VII. Yüzyılda Arapların eline geçmiştir. Birçok kez Araplar ve Bizanslılar arasında el değiştirmiştir... .XI. YÜZYIL ortalarında Selçuklu egemenliğine girdi…1239 yılında Iğdır ovası Moğol istilasına uğrar, 1514 te Osmanlı topraklarına katılır…1737’den 1746’ya kadar İran, 1878-1918 arasında da 40 yıl boyunca Rus yönetiminde kaldı. Kazım Karabekir Paşa 1920’de Sarıkamış, Kars, Kağızman, Iğdır ve Nahcivan’ı topraklarımıza kattı... 1924 yılında belediye kuruldu… 3 Haziran 1992 yılında 21247 sayılı yasayla il statüsüne kavuştu…
Iğdır göç yolları üzerinde bir geçiş güzergâhı olmuştur… Arasın öte yanında kalan Türkler, baskı ve zulme uğrayınca Anavatan Türkiye’ye gelmişler ve burayı yurt bellemişlerdir… Iğdır ayrıca 1937-38’li ve, 1950’ li yıllarda Bulgaristan’dan gelen soydaşlarımıza kucak açmış, 1993’lü yıllarda ise Ahıska Türkleri iskan edilmişlerdir…
Iğdırlı bütün renkleri ile vatanına, Bayrağına ve Atasına âşıktır…
ALİ EKBER TUFAN
Yaşadığımız Şehirin, kasabanın veya köyünüzün tarihini kaçta kaçınız biliyorsunuz?
Köy mezarlığında mezar taşlarına hiç baktığınız oldu mu?
Çocukken köy mezarlığında, büyükçe bir anıt mezar hep dikkatimi çekmişti, kimin mezarıydı diye sorduğumda, doğru dürüst cevap veren çıkmamıştı… Yıllar sonra araştırdığımda, o mezarda yatan kişinin bir milli mücadele kahramanı olduğunu öğrenmiş oldum… Köyümüz neresi mi? diye sorarsanız, Iğdır’ın melekli köyü, mezarlık ise atalarımızın, babalarımızın yattığı Çaybaşı mezarlığı...
Kahramanımız ise Ali Ekber Tufan… Kimdir bu adam? Nasıl yaşadı? Başından neler geçti?
1900 yılların başlarında Ermeni çetelerinin yarattığı insanlık dışı teröre, vahşete dur diyebilen, köylüleri ile örgütlenerek savaşan yiğit, koca yürekli bir komutan, siyasetçi...
Düşman kimdi biliyor musunuz? Bu ülkenin ekmeğini yiyen, servet sahibi olan, yıllarca sadık teba dediğimiz Ermeni vatandaşlarımız. Bunlardan biriside Iğdır doğumlu olup Anadolu’da 200 bin insanın ölümünden sorumlu olan, Beyrut’ta yaşayıp, Amerika’da yaşamını yitiren General Dro lakaplı katil ve arkadaşları…
Hayat ne garip derler ya, Bu katil ile aynı okula giden, aynı karavandan yemek yiyen Ali Ekber bir gün bu arkadaşı ile düşman olacağını hiç düşünmemişti bile…
Milli mücadele sürecinde Iğdır Milli Cumhuriyetini kurmuş ve bu cumhuriyetin sınırlarını, Iğdır, Tuzluca, Doğu Beyazıt, Vedibasar, Serdarabat ve başkenti Melekli şeklinde ilan etmiştir…
Ermeni Devrimci Federasyonu (Taşnaksutyun) lideri, General Dro ile girdiği savaşlarda, düşmanını defalarca mağlup etmiştir...
Kazım Karabekir Paşanın Kars, Kağızman, Iğdır, Nahcivanı kurtarmasıyla birlikte, Ali Ekber Tufan ve arkadaşları ordumuza ve milletimize her türlü desteği sağlamışlardır. Iğdır’a gelen muhacirlere her türlü insani yardımı yapmışlardır...
1926 yılında çıkarılan Ağalar ve beyler sürgünü yasası i kapsamında sürgün kararı çıkarılan Ali Ekber Tufan, Bakü’ye kaçmış, Sovyet istihbaratı tarafından tutuklanmış, hapsedilmiş, Josef Stalin’in özel izni ile serbest bırakılmış ve İran’a geçmiştir. Çıkarılan af yasası ile memleketi Iğdır’a dönmüş ve 1974 yılında yaşama veda etmiştir. Onun ölümü Azerbaycan, İran gibi ülkelerde büyük teessürler yaratmıştır…
Vatan yalnızca bir toprak parçası değildir… Toprağın altındakilerdir, kefensiz yatanlardır, vatanı vatan yapanlar…
Bir toplum kahramanları ile yaşar, geçmişini bilmeyenler geleceklerini de bilemezler, bu düşüncelerle Ali Ekber Tufan ve onun kahraman isimsiz arkadaşlarını da saygı, sevgi ve minnet duygularımızla, bir kez daha yad etmek, boynumuzun borcu olsa gerek…
GENERAL DRO
Bizler geçmişimiz hakkında, tarihimiz hakkında pek bir şeyler bilmeyiz...
Çünkü dün dünde kalmıştır, eski defterleri karıştırmayız...
Yaşadığımız şehirde, eski binaları, mezar taşlarını, dağları, taşları, ovaları hiç merak etmeyiz...
Iğdır acılar yaşamış bir şehir, tıpkı Erzurum, Erzincan, Kars, Nahcivan ve diğer Anadolu vilayetleri gibi…
Osmanlı-Rus Savaşları, ardından gelen Sevr anlaşması ve onun yarattığı acılar, göçler...
Sevr Osmanlının ve Türk milletinin ölüm fermanıydı...
Doğu Anadolu bölgesi Rus, Ermeni güçleri tarafından işgal edilince, bölgede ki vatandaşlarımız Ermeni güçleri tarafından yok edildiler. Erzurum da yaşanan Vahşete tanık olan Rus askerleri yapılanlar karşısında, insanlığımızdan utandık demişlerdir…
Bu vahşetleri, cinayetleri işleyenleri yapanlar Ermeni terör gruplarıydı. ...
Başlarında ki komutan General Dro isimli katildi…
Bu insan kasabı 1884 yılında Iğdır’da varlıklı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir…
General Dro’nun babaevi şimdiki Cumhuriyet Caddesi Ordu evi karşısındaydı. Babasının çarşıda tuhafiye dükkânı vardı.
Eğitimini Erivan’da alır. Türk ve Müslüman düşmanı olarak yetişir veya yetiştirilir...
Aslı adı Drastamat Kanayan’dır. Erzurum, Erzincan, Van ve Kars’ta Iğdır’da, Nahcivan’da 200 bin insanın ölümünden sorumludur...1910 yılında katliamlarına Karabağ’da da devam etmiştir...
Üstün başarılarından dolayı, 1918-1920 yıllarında bağımsız Ermenistan Savunma Bakanlığı yapmış, Sovyetler Birliği kurulunca, soluğu Almanya’ da almıştır...
Almanya’da Naziler ile işbirliği yapmış SS birliklerine bağlı 812.Ermeni Taburunu kurarak Yahudi, Çingene, Rus ve Türklere karşı savaşmış, Kırım ve Kuzey Kafkasya’nın işgal edilmiş bölgelerinde sadık bir maşa olarak görev yapmıştır...
Nazi Almanya’sı 1945 ‘te teslim bayrağını çekince, SSCB tarafından hain ilan edildi. ABD, İsrail, SSCB tarafından savaş suçlusu olarak aranmaya başladı… Beyrut’a gitti sade bir vatandaş kimliği ile Tuhafiyecilik yaptı… Diaspora Ermenilerinin cömert yardımlarıyla göçmen sıfatıyla, yanında büyük bir servetle ABD ‘ye gitti. Massachusetts eyaletine yerleşti. Burada FBI tarafından yapılan tek bir uyarı’ yapıldı’ sesini kesip, az konuşmasıydı... O da çaresizce bu tavsiyeye uydu… Dro 1956 yılında öldü. Ölmeden önce çocukluğunun geçtiği Iğdır’ı özlediğinden söz etmiş, günah çıkarmıştır… Ömrünün 11 yılın Massachusetts ‘te geçirdi, orda gömüldü…
1990 yılların başında Ermenistan Devleti Dro’yu Milli Kahraman ilan etti. Mezarın Erivan’a getirilmesi için kampanya başlatıldı iki gün içinde ABD’de 1 milyon dolar toplandı.29 mayıs 2000 yılında görkemli bir törenle Aparanda piramit şeklinde yapılan mezara gömüldü. Aziz ilan edildi…
Yaşadığımız şehri ve onun tarihini bilmek, hepimizin üzerine düşen bir görev olsa gerek. Geçmişini bilmeyen geleceğini kuramazlar demişler...
NAĞI ODOĞLU
Arasın kıyısında bir adam Nağı Odoğlu. Dize köyünde, karşı tarafı, dalgın, mahzun seyretmekte… Karşı taraf Revan, öz yurdu, toprağı ve tarihi…
Ermenilerin ve Rusların, Türkmen çay anlaşmasından sonra(1828), Kafkasya’da Türklere karşı Başlatılan ve yıllarca süren, etnik temizlikten canlarını kurtaran ailelerden birinin ferdiydi Nağı bey
Kafkasya’da yirminci yüzyılın başında azgınlaşan, Ermeni çetecilerin teröründen, yollara düşen, köylerinden, kasabalarından kaçan milyonlarca insanın hikâyesinden birisidir Nağı beyin hikâyesi…
Ermeni çeteciler Revanda Türk aileleri tasfiye ederken Nağı beyin, anası, babası, karısı çocukları İran’a giderler, babasını orda kaybeder, ardından Tiflis’e, sonrası İstanbul…
İstanbul ‘da Sultan Ahmet’te bir konak satın alır ve yerleşir… İstanbul’daki hayat ona zor gelir, tüm aileyi toparlar, yollara düşer iki haftalık kamyonla yapılan bir yolculuktan sonra Iğdır’a gelir ve yaşamı Iğdır’da sona erer. Nağı beyin içinde hep bir vatan hasreti, Iğdır’a gelir ki, REVAN’a yakın olayım diye. Nihayetinde, O dönemin polis şefi, Hüsnü Bingöl tarafından gözaltına alınır. Vatan özlemi Nağı beyi on aylık bir cezaevi hayatı yaşamaya sevk eder.
Nağı ODOĞLU Iğdır da modern bağ ve bahçe işlerinde öncülük yapmış şeftali ve kayısı ağacını ilk getiren kişi olmuş, konserve imalathanesi kurmuş, pamuk ekim ve dikimi, ithalat ve ihracat işleri ile de uğraşmıştır. Evinde Bolu’dan getirtilmiş aşçısı vardı ve onun yaptığı, yemekler, pastalar, börekler çok meşhurdu. Verdiği partilerle sosyal yaşama da önem veren bir insan, son derece mütevazi bir şahsiyet ti...
Nağı bey zor koşullarda yaşayan muhacirlere, çevresindeki yoksullara, hastalara, düşkünlere hep yardımcı olur… O derdini, sevdasını, yüreğinden atamadığı Revanı hep özlemiş. Arasın kıyısında karşı tarafı seyrederek, hıçkırıklarla ağlamıştır. Bugün Nağı beyin, mezarı kaybolmuş, dillerde ve anılarda onun bağ ve bahçeleri ve insanlığı kalmıştır…
Nağı Bey’in Iğdır’daki Konağı
HÜSNÜ BİNGÖL
O Korkunun bir diğer ismiydi… Devletin ve milletin güvenliğinden sorumluydu...
Iğdır’daki bu efsanevi adam, bir süvari subayıyken, iç ve dış güvenlikten sorumlu bir müdür olarak atanır...
Devlet bir taraftan iç isyanlarla uğraşırken, diğer taraftan Stalin’in saldırgan politikaları, Hitlerin Kafkasya hayalinin önüne geçmeliydi...
Cumhuriyet tarihimizde isyanların biri biterken bir diğeri başlamıştır...
Bu isyanlardan biriside Beyrut ta kurulan Hoybun cemiyetinin Ağrı dağı isyanlarıdır... 1926’lı yıllarda alevlenen bu isyanlar 1930’lu yıllara kadar sürmüştür… Salih paşa komutasındaki birliklerimiz isyan ateşlerini söndürür. Hayat normalleşmeye başlar...
İşte bu koşullarda Genç Cumhuriyeti koruyup ve kollamakla görevlendirilen Binbaşı Hüsnü görevine başlar...
1.90 boyunda, bakımlı, sert görünümlü, şık giyimli, elinde bastonu, parmaklarında hiç düşürmediği köylü sigarası. Ve yanında hiç eksik olmayan finosu...
Devletin bütün imkânları elindeydi, elde ettiği bilgileri istediği şekilde yorumlar değerlendirir ve karar verirdi. Savcılık ve hâkimlik görevlerini de kendinde toplamıştı… İlçenin mülki ve adli erkânı ile hiçbir görev bağlantısı yoktu…
Binbaşı Hüsnü, ilkindi saatlerinde yürüyüşe çıkardı. Esnafın yoğun olarak bulunduğu Cumhuriyet caddesinde resmigeçit töreni başlanırdı denilebilir, esnaf kılık kıyafetini düzeltir, kimi başıyla kimi eğilerek saygısını belli ederdi…
Binbaşı Hüsnü arada bir el işaretiyle yanına birilerini çağırır “Sen yarın bana uğra“ derdi. Bu bir nevi felaket haberi sayılırdı. Bu şekilde gidenlerin akıbeti meçhuldü. Kimine göre adama yazık olmuş, kimine göre bunu hak etmişti.
O yıllarda hükümeti en çok uğraştıran konu da Sovyetler ’den gelen göçmenler arasında casuslar olabileceği korkusu ve endişesiydi. Görev disiplinine son derece bağlı Binbaşı Hüsnü casusluk ve karşı casusluk faaliyetlerini dikkatlice izliyor, Aras’ın karşı tarafına kendi casuslarını da gönderiyordu...
1950 yılında Demokrat parti döneminde Binbaşı Hüsnünün haber alma dışındaki yetkileri kaldırıldı. Gücünü birden bir kaybetti. Etrafındaki dalkavuk çemberi dağıldı. Bütün bu yaşanan olaylar nedeniyle hızla çöktü. Emekli oldu. Gözlerden uzak yaşamaya başladı. Böylece Binbaşı Hüsnü devri de kapanmış oldu...
Efsanevi Polis şefi Binbaşı Hüsnü Bingöl, 6 Şubat 1955 yılında geçirdiği kalp krizi ile ölmüştür. Mezarlığı bugün göçmenler mahallesindeki eski mezarlıktadır…
HACI ALİ EKBER AKTAŞ
Ölmeden önce doğduğum köyü “İğdeli’yi’’ görmek istiyorum… diyordu. Her yeri gördüm Meşhedi, Mekke’yi, İstanbul’u İzmir’i gördüm, Sultan Ahmet’te namaz kıldım birde İğdeliyi görseydim demişti, nasip olmadı…
Bu arzusu ne acıdır ki hiç gerçekleşmedi… Vatanına yurduna yuvasına hasret gitti
Onu bir Televizyon programında tanıdım… Adı Hacı Ali Ekber AKTAŞ… Aslı.Revanlı, Iğdır, Kadıkışlak köyünden…(Dİ) !
Erivan yüzbinlerce Türkün öz be öz vatanıydı. Sultan dördüncü Murat’ın Revan seferi ile Osmanlı mülküne katılmıştı. Tıpkı Bosna’da, Üsküp’te, Sofya’da, Batum’da, Kerkük’te, Musul’da olduğu gibi.…Erivan’da bir tek Türk kalmadı, malları mülkleri yağmalandı köyler yakıldı mezarlıklar tahrip edildi . İnsanlar hunharca öldürüldüler,
Ali Ekber Ermeni zulümlerinden kaçıp, hayatta kalabilen Azeri Türklerinden birisi, ‘’Kurşunlar gökteki yıldızlardan daha fazlaydı’’ kaçtık kaçtık… Babamı Nahcivan’da, anamı yollarda kaybettik, kız kardeşim ile öksüz kuzular gibi naçar kaldık, anlatırken yüreğindeki yangını, gözlerindeki acıların tarifi imkânsız. .Ne zaman bir mülteci, kaçkın görsem içim sızlar. Kim rahat yatağını, evini, toprağını terk edip yollara düşebilir ki, kim ister ailesinin dağılmasını, yollarda korkak, ürkek, terk edilmiş bir haldeki yaşamı kim ister ki…
Adaletsiz bir dünyada yaşıyoruz. Kim güçlü ve zenginse onun borusu ötmekte. Ermeni Diasporası, dün olduğu gibi bugünde savaş kışkırtıcılığı yapmaya devam etmekte. Bakü’nün kenar mahallerine iki milyon Azeri Türkü sürüldü. Hocalıda yapılanlara karşı medeni dünyadan bir tek ses çıkmadı…
Kim bilebilir Ali Ekber’in acılarını, yalnızlığını… Milyonlarca kaçkından yalnızca birisiydi ve, Duygularını kendi yazdığı şiirde şöyle okumuştu…
’’İğdeli de vardı, üzüm bağımız, içerisinde ayva ile narımız, Arasın üstünde kum dökülen yollarımız, O kum dökülen yollardan da ben uzak kaldım…’’
Bu dünyadan bir hacı Ali Ekber AKTAŞ, göçtü, Köyünden, İğdelisinden yollarından, bağlarından, ata ocağından yar diyarından hasret gitti, ruhu şad olsun…
’ARMUT DALDA,DAL YERDE
BÜLBÜL ÖTMEZ HER YERDE
FELEKTE VURUP DAĞITTI
HERBİRİMİZ BİR YERDE’’
Sebile GELİYAGİL (Iğdır Ahıska Türklerinden)
Ben onlardan bir kaçını, Iğdır 75.yıl Anaokulunda tanıdım. Çocuklarımı her sabah onlara bırakıyor akşam, mesai çıkışı alıyordum. Saniye hanım öğretmen, Meryem, Süreyya, Reyhan hanımlar yardımcı personel olarak çalışıyorlardı. Yüzlerinde, kalplerinden gelen bir güzellik, şefkat olan bu insanları, unutmam mümkün değil… Sonra diğerlerini tanıdım hem mazlum, hep mahzun gördüm… İşte onların hazin ve bir o kadar acı hikâyelerinin kısa bir özeti:
Ahıska, Güneybatı Kafkasya’da, Gürcistan sınırları içinde yer alan, Türkiye’nin kuzeydoğusunda, Ermenistan’ın kuzeybatısında yer alan bir bölgenin merkezindeki bir vilayettir. Ahıska Gürcistan sınırlarında, Meseti bölgesinde(Meshetya) yer almaktadır. Osmanlı mülküdür. 1829 Edirne Anlaşması gereği olarak Ahıska Bölgesi Ruslara savaş tazminatı olarak sunulur.
Ahıska Türklerinin hikâyeleri yürek yakıcıdır. Felek bu güzel insanları her bir yere dağıtmış, Vatanlarını terk etmeye zorlanmışlardır. 73 yıl hep diyardan diyara sürgünlere mahkûm olmuşlardır.
Ahıska Türklerinin 1. dramı ikinci dünya savaşı yıllarına rastlar. Kafkasya bölgesinde yaşayan Türklerin Nazi Almanya’sını desteklediği gerekçesi ile Sovyet yönetimi Kafkasya yaşan etnik toplulukları Asya’nın içlerine sürgün etmiştir. Yazar Cengiz Dağcı ölümsüz eseri Kırımlıda, Kırım Türklerinin Nazi saflarında savaşa girdiklerini, anlatır. Ya kızıl yıldız yada gamalı haç arasında bir yaşam onları bekleyecektir… Sınır güvenliği tehlikeye giriyor gerekçesi ile 14 Kasım 1944 yılında, Stalin yönetimi On binlerce Ahıska Türkünü, Tren vagonlarına doldurup, Karda kışta, açlık, içinde Sovyet topraklarına sürer, ve onlar bir daha geri dönemezler . Ahıska’daki evleri Gürcüler tarafında yağmalanır. İnsanlık dışı, ırkçı bir anlayışla bu insanlar anavatanlarından koparılarak, Orta Asya da ki Cumhuriyetlere iskân edilirler. Bu yolculuk iki hafta sürer. Aileler birbirini kaybetmiş, binlerce insan açlık, hastalık, soğuktan yaşamlarını yitirmişlerdir… Ölüler trenlerde atılarak, kurda kuşa yem olmuşlardır…
Öz be öz Türkoğlu, Türk olan bu insanlar, sürüldükleri Orta Asya Türk cumhuriyetlerinde bile barınamazlar ikinci dram 4 Haziran 1989 yılında başlar. üç yüzden fazla Ahıska Türkü, soydaşları Özbekler tarafından vahşice öldürülmüşler, yüzlercesi yaralanmış, mahalleri, köyleri yakılıp yıkılmış, iş yerleri, otomobilleri zarar görmüş, çocuklar vahşice öldürülmüş, ırza tecavüzler edilmiştir… 45 sene dostça, akrabaca yaşayan iki kardeş toplumda, Özbekler Ahıskalılara süre veriyor, Özbekistan’ı terk edeceksiniz deniliyordu… Sovyet istihbaratı KGB bu senaryoyu uygulamış, Kızıl orduyu ve Sovyetleri kurtarıcı gibi göstermiştir. Ahıska Türkleri, Askeri uçaklarla taşınırlar, Rusya’nın Kursk, Belegorod, Tula, Smolesk vilayetlerine yerleştirilirler... İkinci bir sürgün daha yaşamışlardır, kurbanlar vererek yeni bir yurt yeni bir vatan bulmak zorunda kalmışlardır… Özbekistan, Ferganada 1989 yılında kışkırtmalar sonucu bu kardeşlerimize bir kez daha yollar gözükmüş, Ukrayna, Rusya ve Türkiye’ye göçler başlamış, bir kısımda ABD göç etmişlerdir…
Türkiye Cumhuriyeti nihayetinde bu kardeşlerimizin feryatlarını duyar, bir kısmını Iğdır’a davet eder. 1993 yılında 150 aile devlet tarafından yaptırılan konutlara yerleştirilir. Büyük bir kısmı kamu kurum ve kuruluşlarında istihdam edilirler. Iğdırlı bu kardeşlerini kucaklar...
Zaman içerisinde artan nüfus ve geçim sıkıntısı ile Tekrar yollara koyulurlar ama bu kez kendi öz vatanlarında göç ederler, büyük bir kısmı Bursa ya, bir kısmı Antalya’ya giderler, bu gün Iğdır’da kalan aile sayısı 15’dir…
Ahıska Türkleri çalışkan, tutumlu, inançlarına sıkı sıkıya bağlı olan, dürüst ve onurlu Türkiye’yi Vatan sayan güzel insanlardır…
IĞDIR ’da BALKAN GÖÇMENLERİ (Bulgar’dan Gelenler):
Şu dünya ne garip? Beş yüz sene yaşadığınız toprakları, bir gün gelecekte terk edeceksiniz deseler inanır mısınız? Osmanlı orduları Orhan Bey döneminde Balkanlara seferler, düzenler, yeni topraklar kazanılır. Balkanların büyük bir bölümü Arnavutluk’tan, Romanya’ya, Bulgaristan’a kadar yerler, Osmanlı mülküne intikal eder...
Bölgeye Anadolu’dan insanlar gönderilmiş, Türk ve Müslüman insanların yaşaması sağlanmıştır...
Balkan ülkeleri yüzyıllar boyu, Osmanlının vilayetleri olarak kalır, Hristiyan ahalinin inançlarına, yaşamlarına, müdahale edilmez… 19.yüzyılda Osmanlı gücünü yitirince, Balkanlardaki Türklerin evleri, köyleri, kasabaları basılmış, tecavüzler ölümler, yangınlar, yağmalar başlamış ki, içler acısı… Plevne’de aylarca süren direnişte kırılınca, umutlar sönmüş… 1912 de Balkanları bir kurşun atmadan terk ettik…
Onların hikâyesi de böyle başlar… Bir yüz yıl boyunca hep yollara koyulurlar, kimi zaman sahipsiz, kimsesiz, birkaç hayvanı arabası ile Anadolu’nun yoluna düşerler...
İlk göç 1877-1878 de başlar bir milyon Rumeli Türkü göçe zorlanır. Bu sürülüş “93 Muhacereti” olarak kayıtlara geçer… Diplomaside başarılı bir yöntem vardır. Salam yöntemi, küçük küçük dilimlerle alırsın ve bunun sonun gelmez. Veya Sarı Öküzü vermek hikâyesinde olduğu gibi… 1879-1880 / 1884/ 1912-1913/ 1923-1939/ 1940-1949/ 1969-1978 /1989 göçleri Balkan Türklerinin acı dolu yaşamlarını anlatır…
Iğdır’a ilk göçler 1937-38 arası başlar. Bulgaristan neresi, Deliorman, Varna, neresi, Türkiye, Iğdır neresi, binlerce kilometre yol, aylarca yollarda geçen zahmetli yolculuklar, kimisi yollarda ölür, aç kalırlar, umut tükenmez Iğdır ovasına varırlar.
Iğdır şimdiki gibi, bağlık, bahçelik bir yer değil, bataklık araziler, sivrisinekler, kıraç topraklar…
Zaten o yıllarda Iğdır’da yaralarını yeni yeni sarmaya başlamış, ”Kaça kaçın” travmalarını yaşayan bölge halkı hem yoksulluk ile hem de sıtma ile mücadele eder. Kinin bulunmaz… Zahmetli yolculuktan sonra gelenler, Şimdiki Melekli kasabasına giden Aralık yolu üzerindeki Kışla Mahallesine, Topçular Mahallesine, civar mahallere Ak Yumak köyü ve Beyazıt yol güzergâhına, iskân edilirler. Hava sıcak, sıtma bir taraftan, yoksulluk bir taraftan, Balkanlar soğuk, serin olurken, bu kardeşlerimiz, sıcaktan, bataklıktan yayılan sıtmadan, ilk önce titretmeye sonra, şişerek ölmeye başlarlar, öyle ki ölümler artınca kefen bulunmaz, telis adı verilen çuvallara sararak ölüler gömülür…
Bu kardeşlerimiz yanlarında getirdikleri hayvanları sebze tohumları ile bölge halkı için yenilik yaratmışlardır.
Bizim Iğdır’da “CIR” inek diye tanımlanan kara ineklerden başka cins bulunmazken, göçmenlerin inekleri daha iri ve bol süt veren alacalı türdenmiş…
Iğdır’da yaşayan Bulgar göçmenleri zamanla Bursa’ya ve batı illerimize yerleşmeye başlarlar. Şurası önemli bir gerçektir ki bu insanlar VATANSIZ ’lığın ne olduğunu çok iyi bilirler. Kavga, küfür bilmezler, iyi bir komşu ve iyi vatandaştırlar. Türkiye Cumhuriyetine, içten bir sadakatle bağlıdırlar…
KUDÜSTE MESCİD ÜL AKSADA’’ NÖBET BAŞINDA IĞDIRLI ON BAŞI HASAN…’’
Bizler asker bir milletiz, bizim isimlerimiz ya Ahmet, ya Mehmet veya Hasan olur… Can veririz yurdumuzu yaşatmak için, bizler Mehmet’iz. Meçhul asker anıtının adı hep Mehmetçiktir hepimizin ortak ismidir. .Iğdırlı Hasan onbaşıda bunlardan birisidir… Onun hikâyesi Mescid ül Aksada başlar ve orada son bulur...
Iğdırlı Onbaşı Hasanı bizlere anlatan gazeteci İlhan Bardakçı ve arkadaşı Said Terzioğlu‘dur. Tarih 21 Mayıs 1972…
‘’Mevki Kudüs. Mekân Mescid ül Aksa. İsrail Dışişler Bakanlığı rehberlerinin yardımıyla bu mübarek makamı dolaşıyoruz. Kudüs Kapalı Çarşısında rüzgâr gibi dolanan entarili kahvecilerin ellerindeki askılara çarpmadan biraz yürüdünüz mü, önünüze çıkan kapı sizi Mescid ül Aksanın önüne kavuşturur. Miraç mucizesinin soluklandığı ilk kıblemize yani. Hemen oracıkta, ilk avlu vardır ki, hâlâ bizim lakabımızla anılır. “12.000 bin şamdanlı avlu” derler oraya. Yavuz Selim 30 Aralık 1517 Salı günü Kudüs’ü devlete katmıştır. Ortalık kararmıştır. Yatsı namazını o avluda kılar. Kendisi ve bütün ordu beraber şamdanlar yakarlar tam 12 bin şamdan. İsim oradan kalmadır. Sekiz, on basamaklı geniş merdiveni adımladınız m, o mukaddes Mescidin bağdaş kurduğu ikinci avluya ulaşırsınız...
Onu o merdivenin başında gördüm. İki metreye yakın bir boy… İskeletleşmiş vücudu, üzerinde bir garip giysi… Palto?... Hayır, kaput, pardösü veya kaftan?... Değil. Öyle bir şey. işte...
Başındaki kalpak mı, takkemi, fes mi? Hiç birisi değil. Oraya dimdik, dikilmiş. Yüzüne baktım da, ürktüm. Hasadı yeni kaldırılmış kıraç toprak gibi… Yüzbinlerce çizgi, kırışık ve kavruk bir deri kalıntısı…
Yanımda İsrail Dışişleri Bakanlığı Daire Başkanı Yusuf var. Bizim eski vatandaşımız. İstanbullu. Kim bu adam? dedim.
Lakaydı ile omuzunu silkti. Bilmem diye cevap verdi. Bir meczup işte. Ben bildim bileli, yıllardır burada dururmuş. Çakılı gibi, hâlâ duruyor ya… Kimseye bir şey sormaz. Kimseye bakmaz, kimseyi görmez…
Kan mı çekti nedir?
Nasıl, neden, niçin hala bilmiyorum. Yanına vardım. Türkçe “Selamünaleyküm baba” dedim.
Torbalanmış göz kapaklarının ardında sütrelenmiş gibi jiletle çizilmişçesine donuk gözlerini araladı. Yüzü gerildi. Bana, bizim o canım Anadolu Türkçemizle cevap verdi:
Aleykümselam oğul…
-Kimsin, sen baba? Dedim...
Anlattı ki, ben de size anlatacağım…
Ama evvela biliniz. O canım Devlet çökerken, biz Kudüs’ü 401 yıl 3 ay 6 günlük bir hâkimiyetten sonra bırakırız. Günlerden 9 Aralık 1917 Pazar günüdür. Tutmaya imkân yok. Ordu bozulmuş, çekiliyor. Devlet, zevalin kapısında. İngiliz girinceye kadar, geçen zaman içinde yağmalanmasın diye oraya bir artçı bölük bırakırız. Adet odur ki kenti zapt eden galip, asayiş görevi yapan yenik ordu askerlerine esir muamelesi yapmasın…
Anlattı, dedim ya. Gerisini tamamlayayım.
-Ben dedi, Kudüs’ü kaybettiğimiz gün buraya bırakılan artçı bölüğünden…
Sustu. Sonra, elindeki silahın namlusuna sürdüğü fişekleri ateşler gibi zımbaladı:
-Ben o gün buraya bırakılmış 20.kolordo, 36.Tabur.8.Bölük.11.Ağır Makineli Takım komutanı Iğdırlı Onbaşı Hasanım…
Yarabbi. Baktım, bir minare şerefesi gibi gergin omuzları üzerindeki başı öpülesi sancak gibiydi…
Ellerine bir kere daha uzandım. Gürler gibi mırıldandı:
-Sana bir emanetim var oğul. Nice yıldır saklarım. Emaneti yerine teslim ederimsin?
-Elbette, dedim, buyur hele…
Konuştu:
-Memlekete avdetinde yolun Tokat Sancağına düşerse… Git, burayı bana emanet eden, kumandanım kolağası(Yüzbaşı) Musa Efendiyi bul. Ellerinden benim için bus et(öp) Ona de ki…
Sonra kumandanı olduğu takımın makinelisi gibi gürledi…
-O’na deki, gönül komasın… Ona de ki’’11. Makineli Takım Komutanı IĞDIRLI onbaşı Hasan günden bu yana, bıraktığın yerde nöbetinin başındadır
Tekmilim tamamdır kumandanım dedi’’ dersin…
Öylece yazdım.
Sonra yine dineldi. Taş kesildi. Bir kez daha baktım. Kapalı gözleri ardından, dört bin yıllık Peygamber Ocağı ordumuzun Serhat nöbetçisi gibiydi. Ufukları gözlüyordu… Nöbetinin başında idi. Tam 55 yıl kendisini unutmuşluğumuzdaki nadanlığımıza rağmen devletine küsmemişti...
Yıllar sonra Genelkurmay başkanlığı Iğdırlı Hasan onbaşıyı aramak ister ama nafile bulunamaz!
Not: Türkiye’de 30’dan fazla yerleşim biriminin adı İydir, İgdir ve Iğdır’dır. O hepimizin onur duyacağı bir kahramandır. Hepimizin hemşerisidir. Mekânı Cennet olsun