ARAS KÜLTÜR VE SANAT SEMPOZYUMU DÜZENLENDİ

Tarih : 2022-10-27 / Kategori : Kültür & Sanat

ARAS KÜLTÜR VE SANAT SEMPOZYUMU  DÜZENLENDİ

24 / 26 Ekim tarihleri arasında Üç Üniversitenin ortak katkıları ile ilimizde yapılan Aras Kültür ve Sanat Sempozyumu açılış konuşmalarından sonra sunumlar gerçekleştirildi.

Kars Kafkas Üniversitesi, Bitlis Eren Üniversitesi ve Iğdır Üniversitesinin ortak katkıları ile Iğdır Üniversitesi Karaağaç kampüsünde düzenlenen sempozyum Konferans, Yunus Emre, Mevlana salonlarında sabah ve öğleden sonra olarak iki oturum olarak gerçekleştirildi.
Mevlana salonunda yapılan oturumda yazar, şair, düşünür, yorumcu, Almanya’da uzun yıllar ikamet ettikten sonra ilimize dönen Iğdır’ımızın kıymetli değeri yazar Mahmut AŞKAR, Iğdır Otağı adına “Bir Şehrin Kimliği” başlıklı bildirisini sundu. 
Bir Şehrin Kimliği
Arapça “medine”, Farsça “şehir” olarak adlandırılan, belli bir planı ve nüfusu olan, ahalisinin de belli bir kesimi ticaret ve sanayiyle uğraşan yerleşim birimi ya da yere şehir diyoruz. Bugünkü anlamda “medeniyet” kavramının da medine, yani şehir’le bağlantılı oduğu, böylece kendiliğinden ortaya çıkmış oluyor. Bir başka ifadeyle, “Şehir bir medeniyet tasavvurunun hayata geçtiği yer”dir  
Topraktan çıkan ürünlerin ve hammaddelerin şehirde işlenerek başkalaşım göstermesi gibi, töresi, gelenekleri ve hayat tarzıyla taşra kültürü de şehirle tanışık olmaya başladığında şehirlileşme sürecine girer, yani başkalaşır. Aynı şekilde düne kadar tarım ya da hayvancılıkla hayatını idame ettiren isan, şehre göç edince medenileşmeğeye, yani şehirleşmeye başlar.
“Tanınmış Alman antropoloji bilgini Thurnwald da kültürle medeniyeti şöyle tanımlıyor: Kültür, tutumlardan, davranış biçimlerinden, örf ve adetlerden, düşüncelerden, ifade şekillerinden, değer ölçülerinden, kuruluşlardan ve örgütlenmelerden oluşan bir sistemdir; bu sistem tarihsel bir ürün olarak oluşmuş ve geleneğe bağlı bir toplumda onun medeni donanımı ve araçları ile karşılıklı etkileşimler sonucunda meydana çıkmıştır ve bütün ögelerinin zamanla bir birine kaynaşması sayesinde ahenkli bir bütün haline gelmiştir. Buna karşılık medeniyet, birikmiş bir bilgiye ve teknik araçlara sahip olmayı ifade eder. Bu formülle ifade edilmesi istenirse, denilebilir ki kültür, takınılmış bir tutum, medeniyet ise bilme ve yapabilmedir.”  
Bundan 2500 yıl önce Platon (Eflatun), binalardan oluşan şehir bedeninin bir de şehir ruhu olur, diyor. “Düşünce tarihinde şehir ve insan arasında pek çok analojiler/benzerlikler kurulmuştur. Başta Farabi olmak üzere birçok filozof şehri bedene benzetmiştir.” Buradan hareketle: “Bu durum beraberinde şehrin ruhunun ne olduğu sorusunu gündeme getirmiştir. Buna farklı cevaplar verilmiş olsa da şehrin ruhunun insanlar tarafından oluşturulduğu ve onlar tarafından var kılınan ve o mekana kimlik ve kişilik kazandıran şey olduğunda hemfikir olunmuştur.”  
Yüzyıllar önce Farabi (öl. 950), bizim ‘kimlik sahibi şehirler’ dediklerimize, bir başka açıdan filozofça yaklaşımında şöyle diyor: “Felsefenin yönetimin bir parçası olmaktan çıkarıldığı bir erdemli şehirde diğer şartlar yerine getirilmiş olsa bile, eğer bu şehrin fiilî yöneticisine bağlı olacak bir filozof bulunmazsa, o şehir bir vadede helak olmaktan kurtulamayacaktır.”  
Yaşadığı ya da ait olduğu şehrin sanatçı, yazar-çizer evlatlarını, gönüllü kültür elçilerini görmemezlikten gelen şehir idarecilerinden, günümüz Türkiye’sinde filozofa, düşünce üretene kulak kabartacak, onun farklı görüşlerine tahammül edecek birilerinin çıkması, maalesef temenniden öteye geçmiyor. 
Yirminci Yüzyıl İslâm dünyasının önde gelen düşünürlerinden Dr. Ali Şeriati’nin, “Fakirlik, sahafta satılmamış bir kitabın üzerindeki tozdur.” sözü, özellikle bizim gibi “Ehl-i Kitap” bir medeniyete mensup olmakla övünen fakat kitaba oldukça mesafeli duran toplumların hâl-i pür melâlini çok veciz bir şekilde anlamaktadır. Birkaç yıl önce okuduğum bir haberde, Iğdır Halk Kütüphanesi’nin, ziyaretçi bakımından Türkiye’nin en geri sıralarandaki kütüphanelerinden birisi olduğunu görünce, bir Iğdırlı olarak hem üzülmüş hem de utanmıştım. Geçe zaman içinde bu durumun pek de değişmediğini görüyoruz maalesef.  
Kültürel hayatın yok denecek kadar az olduğu bu şehirde, özellikle genç meslin kahvelere ve oyun salonlarına akın etmesine şaşırmamak lazım. Bihakkın şehirli olmak, yani şehirli kimliği hak etmek, biraz da okumakla, kitapla, sanat ve kültürel etkinliklerle doğrudan alakadar olmak demektir. 
Bir şehri diğerinden ayıran özelliklerin başında hiç şüphesiz şehir mimarisi gelir. “...Lewis Mumford’un çok özgün bir ve veciz bir şekilde ifade ettiği gibi, her nesil inşa ettiği binalara biyografisini yazar.”  Iğdır örneğinde olduğu gibi, daha dün şehirleşme sürecine giren bir şehrin her türlü mimarî estetikten yoksun binalarının referans alındığı biyografi de ona göre olacaktır. 
Şehir kimliği
Şehirli kimliğe sahip olmakla şehir kimliği içiçe geçmiş kavramlardır. Şehrin kimliği, şehirlinin, şehirli kimliği sahiplenmesiyle bağlantılıdır. 
Bir şehrin kimliğini oluşturan ögelerin başında kültürel varlıkları, doğal güzellikleri, şehrin kendine özgü mimarisi, bölge gelenekleri ve yaşadığı şehre şahsiyet kazandıran sanatçıları kadar, tarihî ve ebedî kişileri, hatta ünü şehir sınırlarını taşmış mutfak kültürü gelir. 
“Söz konusu etmenlerin farklılığı ise her kenti birbirinden ayırır ve kente özgün kimliğini kazandırır. (…) Sürekli değişim ve gelişim halinde olan kent ve toplumsal ilişkiler de bu bağlamda kent kimliğinin yeniden tanımlanmasına sebep olur (Es, 2007: 48). Sosyal ilişkilerin kent kimliğinin oluşmasında sağladığı etki, aynı zamanda onun kent kültürünün de ayrılmaz bir parçası olduğunu bizlere gösteri.”  
Şehir kimliğinin oluşmasında sembolik değeri olan mekânlar, kollektif hafızanın canlı kalmasında da etkili olur. Sosyo-kültürel açıdan bakıldığında şehir, köyün aksine heterojen bir yapıya sahiptir. Çokkültürlü bir şehir hayatından bir şehirli kimliği doğar. Bir bakıma şehirli olmak, “öteki”yle yaşamasını öğrenmek demektir. Bu olması gereken şeyler gerçekleşmediğinde, farklılıklarla birlikte yaşama kültürü de ortadan kalkar ki, bu da şehir  hayatında kutuplaşma, gettolaşma ve paralel toplum oluşmasına zemin hazırlar.
Iğdır’da, birbiriyle yüzleşmeğe cesaret edemeyen kesimler arasında böylesi bir kutuplaşmadan söz etmek mümkün... Açığa vurulmayan, yerine göre etnik ve yerine göre de dinî kimlik üzerinden kutuplaşmalar, Iğdır’da paralel toplum oluşmasının önünü açıyor. Paralel toplum, herkesin kendi dünyasında ve kendi semtinde yaşaması ve tarafların, karşılaşmak, yüzleşmek yerine birbirine teğet geçmesi demektir. Tarafların birbirini ötkileştirmesini kırmak için yüzleşmeleri gerekir. Aksi durumda alt kimliklerin öne çıktığı bu tür sosyolojik bir gelişmenin taban tutması, şehir kimliğinin oluşmasına engel olduğu gibi, şehirlilik (Iğdırlılık) üst-kimliğinin  pekişmesi ve kabul görmesini de tehlikeye düşürür. 
Fert olarak kendimizi siyasî, dinî veya kültürel kimlik çerçevesinde ifade edebiliriz ancak bir şehrin kimliği, ideolojik formatta etnik, dinî ve siyasî mülahazlara göre tarif edilemez. 
İbni Haldun’un, tarım ve hayvancılıkla geçinen kesimlere “bedevi”, şehirdekilere “hedari” sınıflandırmasına karşılık, Alman sosyolog Ferdinand Tönnies de köy toplumuna “Gemeinschaft/Cemaat”, şehirlilere ise “Gesellschaft/Cemiyet/Toplum” demiştir.
Köydeki cemaat anlayışı, şehirde cemiyetleşmiyor yani toplum anlayışına dönüşmüyorsa, orada şehirleşme sürecinde sıkıntı var demektir. Kültür zenginliğimiz; yerel kültürün ögelerini oluşturan örf, adet, folklor, şive ve mutfak çeşitliliği gibi farklı özelliklerin korunmasıyla mümkündür. Ancak, tarım ve hayvancılığın şekillendirdiği taşra hayat tarzı ve davranış biçimleri şehre taşındığında, şehir hayatına uyum sağlamanın önünde engel teşkil eder. 
Iğdır örneğinde olduğu gibi, şehirleşme sürecinin akamete uğraması durumunda şehir, şehirli  kimliğe sahip insanlarını peyder pey kaybetmeye başlar. Iğdır, bir taraftan yoğun bir şekilde aldığı iç göçlere paralel olarak özellikle ülkenin batısına göç veren bir Doğu Anadolu şehridir. Şehrin yeni yerlilerinin şehir hayatına uyum sağlayabilmesi için şehir idaresi yeni hemşerilerinin uyum sürecinin alt yapısını oluşturmalı, bu doğrultuda hizmet veren sivil kitle kuruluşları ve oluşumlara destek olmalıdır. Aksi taktirde şehrin sosyo-kültürel dokusu bozulmaya başlar ve ne şehirden şehir ne de köyden köy gibi bir sosyolojik gerçeklikle karşı karşıya kalınır.
Farklı kültürlere mensup toplumların karşılaşmasında başlayan akültürasyon ya da kültürel uyum süreci, genellikle baskın/üstün kültürün lehine sonuçlanır. Meselâ Almanya’daki Türklerde başgösteren bu süreç artık yer yer kültürel asimilasyona dönüşmüştür. Köyden veya farklı kültürel değerlerin hâkim olduğu yörelerden şehre göç edenlerde de şehirleşme veya akültürasyon süreci başlar. Şayet bu süreç işlemez ya da başarılı olmazsa, şehrin belli semtlerinde taşra kültürünün hâkim olduğu adacıklar/gettolar ortaya çıkar. Iğdır’ın belli semtlerinde oluşmaya başlamış bu durum, şehirleşme sürecinin önündeki en büyük engeldir. Yuakrıda da izah ettiğimiz gibi, sosyo-kültürel açıdan bakıldığında, etnik, dinî veya siyasî aidiyet gibi alt kimliklere öncelik verilmesiyle, farklı kesimlerin en büyük ortak paydası ve birlikte yaşama adına, Iğdırlılık kimliği geri plana atılmış olur. 
Şehirle özdeşleşen kimlik
Felsefî anlamda vatan/sıla; kişinin aslında kendine dönmesi ve kendini bulmasıdır. Sılaya veya vatana yolculuk; biraz da epey uzak kaldığımız, ihmal ettiğimiz kendimize dönüşten başka bir şey değil ki zaten... 
Bizi doğuran anada tercih olamayacağı gibi doğup büyüdüğümüz topraklarda da tercih sözkonusu olmaz... Belki de, İbni Haldun’un, “coğrafya kaderdir” demesi bundan dolayıdır. Yirmi yaşımdayken terk ettiğim Iğdır’a tam elli yıl sonra geri dönüşümdeki en büyük etken, Iğdırlılık tarafımın ağır basmasıydı. Karl Theodor Jaspers, “Vatan; anladığım ve anlaşıldığım yerdir” dese de, yaşadığı ömrün üçte ikisinden fazlasını ülke dışında geçirdikten sonra doğup büyüdüğü topraklara dönüş yapan birisi olarak; Vatan, ne doğduğun, ne de doyduğun yerdir. Vatan; gönül bağlarının olduğu yerdir, diyorum.
Mekân-kimlik ilişkisi
Dün, tek katlı bahçeli evlerden oluşan Iğdır’da bugün, her türlü mimarî estetikten yoksun betonlaşma sonrası insanca yaşama alanları çok katlı binalara feda edilmiş durumda. Aile boyu yaşama alanlarından mahrum bırakılmış bir şehrin insanlarından, yaşadıkları şehirle özdeşmeleri için özel sebepler olmalı. 
Zaten kimliğin  şekillendiği yöre ile irtibatı kesilen her insanda, şimdi yâd olan o yerlere olan özlem, ömrü billah devam eder. Saha uzmanlarının, “kültürel kimlik yedi yaşına kadar tamamlanır” dedikleri bir yaşa kadar Iğdır’da yaşamış her Iğdırlı, değil Türkiye’nin, dünyanın neresine giderse gitsin, ömrü billah Iğdır’ı zihin dünyasında yaşar ve yaşatır.
Bizim türkülerimizin yürek sızlatan en önemli konusu, ayrılıktır. Bu ayrılık da bilindiği gibi, bazen sılaya, bazen de sevgiliyedir. Fakat değil sadece oradaki eşe dosta, sılanın dağına, bağına, deresine, bayırına bile ayrı bir özlem vardır. “Ordu’nun Dereleri” ve “Erzincan’a girdim ne güzel bağlar/Erzurum’a vardım dumanlı dağlar” gibi yüzlerce türkümüz kadar, meşhur “Haydar Baba” şiiri de adını aynı isimli bir dağdan almaktadır. Bu da, bizim kültürümüzde insan-tabiat ilişkisinin önemine delalettir. 
Meselâ, Uludağ deyince Bursa, Erciyes deyince Kayseri, Palandöken deyince Erzurum akla geldiği gibi, Ağrı deyince de Iğdır akla gelmeli. Ama gelgör ki, bütün ihtişamıyla Iğdır Ovası’nı adeta kucaklayan, bazen elinizi uzatsanız sanki zivedeki kara dokunacakmış gibi kendinize yakın hissetiğimiz Ağrı Dağı’yla Iğdır ne kadar özdeşleşebilmektedir? Kısa bir süre önce Van tarafından arabayla Doğubayazıt’a girmek üzereyken Ağrı Dağı’nın Doğubayazıt’tan görünüşünü resimledim. Daha sonra bu resmi Iğdır tarafından görünen Ağrı Dağı’yla kıyasladığımda; Doğubayazıt’a adeta arkası dönük olan Ağrı Dağı bütün ihtişamıyla Iğdır Ovası’nı kucaklıyordu. Komşu şehrimiz Doğubayazıt’ın, Ağrı Dağı’na Iğdır’dan daha çok önem vermesi ve yatırım yapması, takdire şayan bir girişimdir. 
Söz dağlardan açılmışken, Muhammed Hüseyin Şehriyar’ın, çocukluğunu geçirdiği yörenin dağından adını alan meşhur “Heyder/Haydar Baba” şiirini anmamak olmaz... 
“Heyder Baba, bulagların yarpızı
Bostanların gülbeseri garpızı”
Bu şiirde, bulagların (pınarlar) yarpuzu, bostanların gülbeseri (salatalık) ve karpuzu gibi tabiat varlıklarına yer verilmesi, kişinin doğup büyüdüğü toprağa ve orada yetişen ürünlere ayrı bir nostaljik duyguyla yakınlığını ele verir. Tıpkı her Iğdırlılının Iğdır Kaysı’sını bir parça Iğdırlılık olarak gördüğü gibi. Hatta “Iğdır’ın Al Elması” ve “Iğdır’ın Yolları Taştan” adlı türküler, Iğdır’ın tanıtımı kadar, Iğdırlıların da Iğdırlılığına katkı sağlamaktadır.
Heyder (Haydar) Baba’yı bizim kültür coğrafyamızda her okuyan insan, şiirde kendisinin çocukluk ve gençlik yıllarından birşeyler bulabilmektedir. Şehriyar’a bu şiiri yazdıran sebep, doğup büyüdüğü ve kültürel kimliğinin şekillendiği topraklara olan hasretten başka ne olabilir ki... Şiiri okuyanlar; gelenek, töre, inanç, aile, komşuluk, kollektif ve sözlü edebiyatın çerçevesini çizdiği ve nesilden nesile intikal eden kültür mirasının, tabiatla içiçe sürdürülen bir hayatta insanları nasıl yoğurduğunu göreceklerdir. Bütün bunlar, kişinin aidiyet duyduğu yöre kültürüne olan bağlılığını ifade eder ki, bu da sıla veya memleket dediğimiz yer ile alakalıdır. 
Beş Şehir kitabının yazarı „Tanpınar için şehir bir medeniyet algısının şekle dönüştüğü yaşam alanıdır. Şehirli ise yaşadığı alanı tasarlayan, dönüştüren veya yeniden inşa eden kişidir. Her gün bir şekilden başka bir şekle dönüşen kentlerde nostaljiden söz edilemez, böylelikle şehir nostaljisi olmayan birey bir yabancı gibi şehirde yaşamaya başlar. İşte Tanpınar’ın fark ettiği şey 1950’den itibaren belirginleşen yanlış ve kimliksiz bir şehirleşme travmasıdır.“  
Bir milletin hafızası gibi bir şehrin hafızası da doğrudan kendi geçmişiyle bağlantılıdır. “Eski Iğdır Evleri”nden sözde koruma altında ama harabeye dönmüş birkaç binanın dışında ne kaldı? Sembolik değeri olan Iğdır Su Ambarı niye yıkıldı? Iğdır’ın aydınlık yüzü Iğdır Lisesi niçin aynı isim altında eğitim-öğrtimine devam etmedi? Akla ziyan gelişmeler ve cevabı olmayan sorular...  Bu doğrultuda Arslantürk Akyıldız Hoca bir köşe yazısında çok önemli tesbitlerde bulunmuş:
„Yeni yapılaşma furyası maalesef yıllar içerisinde çok bilinçsiz ve hoyratça sürdürüldüğü için, günümüze kadar gelmesi mümkün birçok eser yok edildi. Mesela, eski  Postahane binası, şu anki Belediye binasının yerinde olan eski bina, Kurtuluş İlkokulunun eski taş yapılı binası, kısmen ahşap olan  Askerlik şubesi, eski hükümet konağı, eski Hastahane binası…   hepsi yok  olup gittiler.. Adeta şehrin hafızasını da alıp götürdüler. Tabii ki birçok acı ve tatlı  hatıralarıyla birlikte… Bu kategoride sayacağımız ve günümüze kadar gelen belki de tek yapı, eski Iğdır Lisesi ( Şimdiki Iğdır Ortaokulu binasıdır. )“  
Iğdır’ın neyi meşhur?
Türkiye’nin herhangi bir yerinde “Adana Kebap”, “Urfa Kebap” ya da “Antep Baklavası” yiyebildiğimiz gibi, “Iğdır Bozbaşı”, “Sabah Aşı” veya “Taş Köfte”  yiyebilmeliyiz. Birkaç yıl önce Iğdır’a izine gelmek üzere mesai arkadaşımla vedalaşırken, adet üzere, “Memlekete gideceğim. Bir isteğin var mı?” dedim. O da bana, “Iğdır’ın neyi meşhursa ondan isterim” diyerek karşılık verince, beni bir düşünce aldı: Almanya’ya kadar götürebileceğim neyi vardı Iğdır’ın? Bir Ağustos ayında İstanbul’dan iki günlüğüne ilk defa Iğdır’a ziyaretimize gelen kadim dostum, kayısı diyarı Iğdır’dan dönerken Malatya işi “gün kurusu kaysı”yla yetinmek mecburiyetinde kaldı.
 
Kavimler geçidi, farklı kültürlerin harmanlandığı, bir taraftan Kafkas halkları, diğer taraftan Şark’ın kadim toplumlarıyla içli dışlı olmuş Iğdır, Kuzey ve Güney Azerbaycan kültür coğrafyasının bir uzantısı olması hasebiyle de tarih ve kültür zengini bir şehirdir. Fakat mevcut durumu en iy şekilde şair Hayali’nin, 
“Cihan-ârâ cihan içindedir ârâyı bimezler
Ol mahiler ki derya üzredir, deryayı bilmezler”  dizeleriyle izah etmek mümkündür. 
 
Teşbihte hata olmaz; deryadaki balıklar suyun farkında olmadığı gibi Iğdırlılar da galiba üzerine oturduğu bu kültürel zenginliğin farkında değil. 
“Ağaçların çokluğundan orman görünmüyor” deyimini Iğdır için, “sahiplerin çokluğundan bu şehrin sahibi görünmüyor” şeklinde uyarlasak yeridir. Soğuk Savaş döneminden kalma ideolojik saplantılar yüzünden bir şehir kendi kimliğine kavuşamıyor. Bir şehri “sahiplenmek”, arsa, daire, dükkân, yani mal-mülk sahibi olmakla olmaz! Hatta siyasî üstünlük sağlamakla da olmaz... Bir şehri sahiplenenlerin, şehrin kültürel hayatına, sanatına ve şehir sosyolojisine katma değer olarak ne verdiğine bakmak lazım.
Meselâ;
Yılda en az bir kere; Iğdırlı Yazar ve Şairler Haftası,
Yılda en az bir kere; Iğdırlı Ressamlar Haftası,
Yılda en az bir kere; Iğdırlı Ses ve Saz Sanatçıları, Ozanlar Haftası
düzenlenerek kültürel hayata katkı sağlanabilir. 
 
Arkeolojik çalışmalar neticesinde ortaya çıkan bulgular Iğdır’ın tarihî derinlikleriyle tanışma imkânı sağlarken, amatör bir ruhla kültür hayatımıza kazandırılan Melekli Ata Ocağı ve benzerleri de kültürel aidiyete önemli ölçüde katkı sağlayabilir. “Iğdır Otağı” bünyesinde yapılacak edebiyat, sanat ve kültür eksenli çalışmaların da şehrin kültürel hayatında yeni bir ufuk açacaktır. 
Üç ülkeyle sınır komşusu olan Iğdır, doğal güzellikleri, kültürel zenginliği ve gönüllü kültür elçileri, kanaat önderlerinin yanısıra eğitimli insanlarıyla yakın zamanda hak ettiği kimliğine kavuşarak bölgenin örnek bir sınır şehri olabilir. Haber: Zeki Şıktaş

Facebook Beğenenler

Yorum yapılmadı!

Yorum yapmak için aşağıdaki formu kullanabilirsiniz.

Yorum Yaz!

E-Posta adresiniz yayınlanmayacaktır.
* İşareti olan alanlar gereklidir.